24 Ekim 2012 Çarşamba

Mustafa Armağan'ın 21 Ekim 2012 Tarihli Yazısına Yanıt


http://www.mustafaarmagan.com.tr/genel/85-yasindaki-nutuk-tabu-olmaktan-cikarilmali/

Mustafa Armağan yine emir verildiği şekilde yazılarını yazmaya devam ediyor. Yazısında Nutuk'un yanlış tarih anlattığını, hataların olduğunu ve bu hataların bilerek yapıldığını, bu hataların da bilerek veya bilmeyerek ortaya çıkarılmadığını yazmış.

Nutuk'un tarih hatalarını ortaya çıkarmak için "Nutuk uzmanları"nın yetişmesi gerektiğini söylemiş... Nutuk uzmanı olarak Kazım Karabekir'i örnek göstermiş.

Şöyle diyor Armağan;
"Karabekir Paşa göz hapsinde tutulduğu yıllarda oturmuş, itiraz ve cevaplarını Nutuk’un 1927 tarihli Osmanlıca baskısının kenarına yazmış. (...) bu kitabı incelediğinizde Karabekir Paşa’nın Nutuk’u nasıl dikkatle irdelediğini, adeta röntgenini çektiğini görürsünüz.

Mesela Mustafa Kemal Paşa’nın bir ismi kasıtlı olarak değiştirdiğini iddia ediyor. Nutuk’un 171. sayfasında İstanbul hükümetinin Anadolu’ya heyetler göndermeye başladığı, bunlardan birinin Harbiye Nezareti eski Müsteşarı Ahmed Fevzi Paşa olduğu yazılıdır. Gerçi Ahmed Fevzi Paşa diye biri vardır ama gelen kişi, Karabekir Paşa’ya göre o değil, bildiğimiz Mareşal Fevzi (Çakmak) Paşa’dır! Şöyle yazar:

“Bu ismin kitapta kasden değiştirildiği kanaatindeyim. Müşir Fevzi Çakmak’tır. Sabık Müsteşar Ahmet Fevzi Paşa değildi.” Diyeceksiniz ki, bunun ne önemi var? Şu bakımdan önemli ki, Nutuk yazıldığı tarihte Fevzi Çakmak Genelkurmay Başkanı’dır. İstanbul hükümetinin Kasım 1919’da Anadolu’ya gönderdiği heyet ise Karabekir Paşa’nın hatıratına göre gerçekte Mustafa Kemal’i yakalayıp İstanbul’a götürmek için gelmiştir! Sizin anlayacağınız, Gazi Paşa Nutuk’u yazarken “tarihi ayarlamak”ta, bir zamanlar kendisine pek yakın durmayan Mustafa Fevzi (Çakmak) Paşa’yı muhtemel ithamlardan korumak için gelen kişiyi Ahmed Fevzi Paşa imiş gibi göstermeye çalışmaktadır."

Mustafa Armağan'ın "Karabekir Paşa dediyse doğrudur." tavrının, ideolojik olduğu bellidir.

Şimdi cevap verelim;

İlk olarak Kasım 1919'da gelen heyetin Mustafa Kemal'i yakalamak için gelmeyeceğini ya da daha doğrusu dönemin hükümetinin böyle birşey yapmayacağını anlatalım. Bunu anlattıktan sonra ismin hiçbir önemi kalmayacaktır. Fevzi Çakmak ya da Ahmed Fevzi Paşa farketmeyecektir.
Karabekir Paşa, Kasım 1919'da gelen heyetin Mustafa Kemal'in yakalanması için gönderildiğini öne sürüyor. Bu heyeti gönderen dönemin hükümetidir. O dönemde ise Ali Rıza Paşa Hükümeti bulunmaktaydı.(Fevzi Çakmak Harbiye Nazırlığı yapmıştır) Ali Rıza Paşa Hükümeti dolaylı yollardan milli harekete yardım etmektedir. Hatta Ali Rıza Paşa Hükümeti, işbirliği daha ileri götürmek için Anadolu'ya Bah.Naz. Salih Paşa'yı göndererek "Amasya Görüşmeleri"ni gerçekleştirmiştir.

Şimdi, daha öncesine gidelim, Atatürk daha Samsun'a çıkmadan önceki döneme... Bu dönemde konuştuğu kişiler arasında Ali Rıza Paşa'da bulunmaktadır. Hatta Atatürk'ün Anadolu'ya geçip, milli hareket başlatacağını Ali Rıza Paşa bilmektedir. Gelin şimdi Avlonyalı Cemalletin Paşa'ya kulak verelim:
 "Mustafa Kemal'i eniştem Ali Rıza Paşa tanıyordu. Hareket Ordusu ile onun yanında bulunmuştum. Ali Rıza Paşa, Mahmut Şevket Paşa'nın kurmay başkanı idi. Balkan Harbi'ne de girmiş bulunan Ali Rıza Paşa, Mustafa Kemal'i, hareketli, hesaplı bir subay olarak pek beğenirdi. Bu ilk görüşmemiz gecesinde geç vakitlere kadar Mustafa Kemal'in sohbetlerine doyamadık. Bize çok şeyler söyledi. Çok mühim görüşmelerden söz etti. Ona doyamadan ayrıldık. Bu konuşmadan sonra Ali Rıza Paşa'yı gördüm. Bana gizlice bir haber verdi. "Çok mühim söylüyorum, lütfen kimseye bahsetmeyin" dedi. "Mustafa Kemal Paşa, Anadolu'ya geçiyor." Şaşırmıştım. "Nasıl?" dedim, "bir maksatla mı?" "Evet" dedi. "Kendisini tayin ettiriyor; fakat maksadı başka, orada bir direniş cephesi hazırlayacak"...

Görüldüğü gibi Ali Rıza Paşa milli hareketten haberdardır. 2 Ekim 1919'da Ali Rıza Paşa Hükümeti kurulmuştur ve kurulduğu andan itibaren Atatürk tarafından telgraf yağmuruna tutulmuştur. 3 Ekim 1919'da Atatürk, telgrafında bazı isteklerde bulunmuştur. Bunların bazıları şöyledir: Milli harekete karşı oldukları için işinden alınanların tekrar görevlerine dönmesi, milli hareket yanlısı olanlar için başlatılan yargı sürecinin durdurulması, Erzurum ve Sivas Kongresi kararlarına uyulması vs...
7 Ekim 1919'da Cemal Paşa, bu isteklerin neredeyse tamamın kabul ettiklerini bildirmiştir. Bunun üzerine Atatürk de hükümete teşekkür etmiştir. 
Ayrıca, başta Ali Rıza Paşa Hükümeti olmak üzere Salih Paşa Hükümeti de gizli yollardan Anadolu'ya silah sokmuş ve devlet içindeki İngilizci bürokratları görevden almışlardır. Ali Rıza Paşa Hükümeti 20-22 Ekim 1919'da Salih Paşa'yı Atatürk ile görüşmek üzere Anadolu'ya göndermiştir. Yapılan Amasya Görüşmeleri sonucunda:

1.Osmanlı Yönetimi İstanbulda toplanması şartıyla Mebusan Meclisinin açılmasını kabul etti.
2.Temsil Kurulu rızasını almadan barış görüşmesine gitmeme kararını reddetti.
3.İstanbul, Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti'ni ve Temsil kurulunu tanıdı.
4.Anadolu hareketi İstanbul hükümetine karşı siyasal bir başarı kazandı.
5.İstanbul, Atatürk'ün deyimiyle Anadolu'ya tabi olmak zorunda kaldı.


Kısaca Kasım 1919'da Ali Rıza Paşa Hükümeti'nin Mustafa Kemal'i yakalamak için kişi gönderdiği doğru değildir. Hele bu kişinin Fevzi Çakmak olması tamamen hayal ürünüdür. Kazım Karabekir'in milli hareket ve Atatürk konusunda bilmediği çok şey olduğu kesindir. Peki gönderilen kişi neden Fevzi Çakmak olamaz? Cevap verelim:

Gelen aslında Fevzi Çakmak olabilir ama Atatürk'ü yakalamak için gelmesi ve Kazım Karabekir'in iddasına göre "gelen kişiyi ikna etmesi" felan gerçekten hayal ürünüdür. Fevzi Çakmak, Atatürk'ün Samsun'a gönderilmesi için baskı yapanlardan bir tanesidir.
Fevzi Paşa, Yakup Şevki Paşa’nın boşalttığı alana Mustafa Kemal’in ordu müfettişi olarak görevlendirilmesi lüzumuna İtilaf kuvvetlerini şöyle ikna etmişti:
"(…)Samsun birliklerinden bir makineli tüfek bölüğüne mensup Mülazım Hamdi Bey’in bir makineli tüfek ve bir miktar asker ile dağa çıkarak Türk çetelere zahir olması İşgal Kuvvetleri Kumandanını büsbütün şüpheye düşürmüştü. Erkan-ı Harbiye-i Umumiye’ye memur olan İtilaf kuvvetlerinin zabitleri sık sık yanıma gelerek benden bu hususta tafsilat almak istiyorlardı. Mustafa Kemal Paşa’nın Almanlara ve Enver Paşa’ya aleyhdâr olduğunu söyleyerek yeni vazifesine (9’uncu Ordu Kıtaatı Müfettişliği) gidince bütün bunların bertaraf olacağını anlatıyordum. Bu sebeple Atatürk’ün hareketini tasvip hatta tacil ediyorlardı (hızlandırıyorlardı).” 

Ayrıca, Atatürk'ün anlaştığı kişilerden biri de Fevzi Çakmaktır.

Erkan-ı Harbiye Reisi Fevzi Paşa ile Cevat Paşa arasında 15 Mayıs 1919’da devir-teslim işleri yapılırken IX. Ordu Kıt’aatı Müfettişliğine tayin edilen Mustafa Kemal Paşa kendilerini ziyarete gelir. Bu ziyaret sırasında bu üçlü arasında, Fevzi Paşa’nın “Üçlü Misak” adını verdiği, bir mutabakat yapılır. Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Reisliğini Cevat Paşa’ya devir için bir araya gelen Fevzi Paşa bu hadiseyi aşağıdaki gibi anlatır:

“Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Reisliğinde bulunduğum beş ay zarfında yapılan mahrem işleri ve tasavvurlarımı kendisine açmakta bir beis görmedim. Ve bilakis bunu bir vatan ve memleket borcu bildim. Bu maksatla ve kendisiyle mahrem olarak görüşmek üzere 15 Mayıs 1919 da Erkânı Harbiye-i Umumiye dairesine geldim.

Cevat Paşa ile uzun müzakerelerden sonra şunlara karar verildi.

1)Zaten kararlaşmış olan üç ordu müfettişliğinin bir an evvel teşkili ile ordunun emir ve kumandasının tanzimi.
(Birinci müfettişlik İstanbul’da idi. Kumandanı da ben idim. İkinci müfettişlik Konya’da ve kumandanı da zaten orada bulunan Mersinli Cemal Paşa ve Üçüncü müfettişlik Erzurum’da ve kumandanı da oraya gitmekte olan Mustafa Kemal Paşa olacaktı.)
2) Mümkün olduğu kadar çok miktarda silah ve mühimmatın Anadolu’da toplanması ve İtilaf devletlerine teslim edilmemesi.
3) İstanbul Hükûmeti tamamen İşgal Kuvvetlerinin elinde esir olduğundan buradan verilecek emirlerin icra edilmemesi.
4) Milli galeyandan istifade olunarak (Kuvayi Milliye) teşkili ve Milli İdare vücuda getirilmesi.
5) Artık mutlak müdafaada kalınmayarak tecavüzkâr düşmanlarımız üzerine mukabil taarruza geçilmesi.

Bu beş maddenin tahakkuku için lazım gelen teşebbüslerin tafsilatına geçtiğimiz sırada Samsun’a hareket etmek üzere bulunan Mustafa Kemal Paşa veda için Erkânı Harbiye-i Umumiye dairesine geldi. Şimdi üçümüz beraber gayet samimi bir surette umumî vaziyeti mütalâa ve tetkike koyulduk. Mustafa Kemal Paşa’da bu beş maddeyi muvafık gördü. Anadolu’da bir Milli İdareyi nasıl vücuda getireceğimizi konuşurken Mustafa Kemal Paşa büyük bir metanetle şunları söyledi: "Zaten ben bunu tahakkuk ettirmek üzere Anadolu’ya gidiyorum. Buradan verilen emirleri dinlemeyeceğim. Kahraman milletimin sinesinde hayatımı feda edinceye kadar çalışacağım."

Bu sözlerden duyduğumuz heyecanla ayağa kalktık. Mustafa Kemal Paşa’nın ellerine sarıldık, gözlerimiz yaşlı, vatanın kurtulması için beraber çalışacağımıza ve bu uğurda hiçbir şeyden çekinmeyeceğimize üçümüz beraber yemin ettik. Ve bu azimle Milli İstiklale kavuştuk."

Kazım Karabekir'in Nutuk'a Yanıtı( İddalar Dayanıksız)



Atatürk Nutuk'u, 1927 yılının 15-20 Ekim günleri arasında CHP Kurultayında okumuş ve ilk kez 1927 yılında yayınlanmıştır.


Kâzım Karabekir Paşa ise Nutuk'un ilk baskısı üzerinde el yazıları ile notlar düşmüş ve «Hakikat mihveri yahut hata-sevap cetveli» başlığı ile Nutuk'a yanıtlar vermiştir.

İşte Karabekir Paşa'nın yazdığı notlar;

-------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

«Osmanlı Ordusu her tarafta zedelenmiş.. sözü doğru değildir. Şarktaki ordu İran ve Kafkas Azerbeycan'ında birçok zaferler kazanarak oralara yerleş­miş bulunuyordu. Hatta Şimalî Kafkasya'ya bile hâkim ol­maya başlamıştı. Mağlûp ve perişan olan Filistin'deki Yıl­dırım Ordusu idi. Az sonra Musul, cenubundaki ordu peri­şan olmuştu.»


«(Ordunun elinden esliha ve cephanesi alınmış ve alın­makta.)
Bu sözden, şarktaki, adına Onbeşinci Kolordu namı verilen Dokuzuncu Kolordu (4 fırkalı) müstesnadır. Ben silâh vermediğim gibi İstanbul dahilinde olduğu halde di­ğer kolorduların da elinden silâh ve cephaneleri alınmı­yordu.»


(...)


«(Beni İstanbul'dan neyf ve ted'ib maksadıyla Anado­lu'ya gönderenler...) kaydında, bana Anadolu'ya geleceğini vaad ettiği halde neden önce Konya’daki ordu müfettişliğine (kendi harp ettiği ordu bakiyesi) tayin olunduğu halde, hastayım, terfi isterim diyerek kabul etmediğinin hakiki sebebini yaz­mıyor. Sebep, hâlâ İstanbul'da Harbiye Nazırlığını alarak kalmaya çalışması ve Padişah Vahdettin'e damat olmaya uğraşmasıdır. (...) Nitekim Konya'ya gitmeyi kabul etme­yince oraya yine Filistin'de ordu komutanı bulunan Mer­sinli Cemal Paşa gönderildi81. Bu vaziyette M. Kemal'in de benim mıntıkama gelmesini bazı arkadaşlarımız ısrarla kendilerinden rica ettiler. Hâlâ İstanbul'da Harbiye Nazır­lığı ile uğraşmasını artık bütün muhiti ayıplıyordu. Gel dediği gibi şarka gelmek hususunda hâlâ ısrar ediyor idiy­se zamanın rical ve Padişahı benim ikazıma uymayan M. Kemal'i zorla göndermiş oldukları anlaşılıyor ki, kendileri için elîm bir vaziyettir.»


(..). M. Kemal Paşa, itilâf Devletleriyle başa çıkama­yacağımızdan millî mücadeleye taraftar değildi. Benim (tek dağ başı mezar oluncaya kadar ya İstiklal, ya ölüm) tek­lifime delilik diyordu.»


(...)


14. sayfada millî teşkilât ve mitinglerin kendi tamimi ile yapıldığını anlatmak istiyor. Halbuki, kendileri Samsun'a çıktıkları 19 Mayıs'da bu tamimi yapmaları icap ederdi. On gün sonra tamim etmesinin sebebi ne olabilir? (Ver­diğim talimat üzerine her yerde mitingler yapılmaya baş­landı» diyorlar. Halbuki, Erzurum'daki mitingi 18 Mayıs'ta yani M. Kemal Paşa daha Samsun'a çıkmadan önce yap­tırmıştım. Trabzon'a gelince burası M. Kemal'in tamimin­den sonra da yapmamıştır (..) asabî mizaçlı olan halkın miting neticesinde Rumlara saldırması tehlikesinden kor­kutmuştur:»

-------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

Ayrıca Karabekir Paşa, Nutuk'a düştüğü notlarda Atatürk'ün Kur­tuluş Savaşının başında «Amerikan mandası» ve «bolşeviklik ilânını» çözüm olarak düşündüğünü de yazmış!"

Aslında buraya kadar yazılanlar ilgilenen Kazım Karabekir'i araştıran herkes tarafından bilinen şeyler, bunlarla ilgili kitap vs yazıldı ve hatta yazılıyor. Karabekir Paşa zaten Nutuk'a adeta karşıt bir kitap bile yazmıştır. Asıl bilinmeyen ve konuşulmayan şey; bu kitaba da Mustafa Kemal'in okuması ve notlar yazmasıdır. İşte Mustafa Kemal'in yazdığı notlar;

-------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

Yıldırım Ordularının savaşta geri çekilmek zorunda kaldığı savına karşılık:

«Sayfa: 37'de 7. Ordu hakkındaki sözleri yalandır. Kat­ma sırtlarındaki muharebeyi yapan 7. Ordu'dur. 2. Ordu oradan Adana havalisine nakil olunmamıştır.»


«S: 38 (1 Eylül’de taarruz edecek düşman bulamayan İngilizler.»
Yalan! İngilizler 7. Ordu tarafından mağlûp edildikleri için durduruldular. Aksi takdirde niçin Adana'ya karşı yü­rümeyeceklerdir?


Bolşeviklik ile ilgili savlara verdiği yanıt:
«S: 54.. Bolşeviklik... çok alçakça uydurmak istedi­ği bir hikâye (bana yapıştırmak istiyor).


«S: 76.. (Bu da Anadolu'da selâhiyet sahibi gibi gö­rünen bir simanın bolşevikliğin ilânı ile mümkün olur...) herzesiyle de beni murat ediyor.»

Anadolu'ya geçiş ile ilgili savları:

«S: 46-49 (11 Nisan cuma günü) beni ziyareti. Baş­tan yalan, sonradan uydurma ve bir tiyatro parçası.


İzmir’in işgali üzerine düzenlenen mitingler ile ilgili savları:
«İzmir’in işgali (15 Mayıs 335) için mitingler ben emir verdikten sonradır. O zamana kadar hatta ondan sonra da Trabzon yaptırmadı.

-------------------------------------------------------------------------------------------------------------------


Prof. Koral: «Karabekir'in İddaları Dayanıksız»


Bu kitap yayınlandıktan ve incelendikten sonra ve Millî Eğitim Bakanlığındaki tartışma ve değerlen­dirme toplantılarından sonra Prof. Karal, General Kara­bekir ve Bakan Hasan Ali Yücel'e görüşlerini bildirir ve bir tutanak tutulur.


Tutanağı olduğu gibi yayınlayalım:


«Enver Ziya Karat'ın, General Kâzım Karabekir Paşa'ya cevapları General Kâzım Karabekir'in tenkitlerinin Özü.


General Kâzım Karabekir «Cumhuriyet Tarihi» tenkit­lerini, bitirdikten sonra sayın Bakan Enver Ziya Karal'a, tenkitler üzerindeki düşüncelerini söylemesi için izin ver­di. Enver Ziya Karal da tenkitlere şöyle cevap verdi :


Sayın Generalin tenkitlerini dört ana düşünce etra­fında toplamak mümkündür:

1 — Olayların psikolojik izahlarının hatalı oluşu.

2 — Olayların seyrinde iki tarihî simanın belirtilerek diğerlerinin silik gösterilmesi veya hiç gösteril­memiş olması.

3 — Olayların, gerçeğe hiç de uymıyan bir şekilde sistemli yapılmış bulunması, tarihî kritiğe hiç yer verilmemiş olması.

4 — Cumhuriyet tarihinin yazılmasında esas olan nutkun yanlışlar ile dolu olması ve esastan zi­yade teferruatı ihtiva etmesi.

Bu düşüncelerden birincisini ele alalım.

Sayın General psikolojik izahtan bahsederken en çok şunu belirttiler: «Mustafa Kemal genel harbin sonunda orduları yenilmiş mağlûp bir generaldir. Padişaha barış yapılması için telgraf çekmiştir. Halbuki Anadolu'nun do­ğusundaki ordular ve komutanlar yenilmemiştir. Bu iti­barla yenilmiş bir komutanda yok farzetmemiz gereken savaşmak istek ve heyecanı mağlûp olmıyan komutanda vardır.»

Sayın Generalin bu izahı gerçeğe uymaz. Çünkü mağ­lûp olan ordu, tek başına yaşayan mücerret bir onay de­ğildir. Bu ordu bir devletin ordusu. Böyle bir ordunun ba­şında ve içinde bulunmıyan ve dolayısiyle yenilmeden kendisini sorumlu saymıyan komutanlar da müteessir olur. Bu itibarla Anadolu'nun doğusunda bulunan ordu komu­tanlarının Mustafa Kemal'den daha az müteessir olmaları güç kabul edilir. Kaldı ki bir ordu komutanı yalnız başında bulunduğu ordunun mukadderatı ile ilgili değildir. Komutan mensup olduğu milletin bütün ordulariyle ya­kından alâkalı olmak gerektir. Komutanlık ödevleri bunu emreder. Madem ki bu böyledir. Mustafa Kemal'in yeni­len ordularının yarattığı yeni şartlar bütün ordu komu­tanlarına kabul edilir. Zaten bu şartların General Kâzım Karabekir tarafından kabul edildiği de aşikârdır. Çünkü Mondros Mütarekesi imzalanırken General, mütareke im­zalanmasın diye bir itirazda bulunmuş değildir,

Mustafa Kemal'in padişaha sulh yapılması için çek­tiği telgraftan bir yıl önce Enver Paşa'ya verdiği bir ra­porda harbin kaybedildiği ve sulh yapılması gereğini mü­dafaa ettiğini de biliyoruz. Paşa imkânların Birinci Cihan Savaşı'na devam edemeyeceğimizi gördüğü anda sulh ya­pılmasını teklif etmesi tabiidir. Fakat onun kafasında ve yüreğinde bu sulh memleketin işgalini ve milletin esare­tini tazammun etmez. Bu sebepledir ki Paşa, Mondros Mütarekesi'nin şartlarına itiraz etmiş ve millî mücadelenin başına geçmiştir. Eğer Mustafa Kemal'de savaşmak ar­zusu ve haksızlığa karşı isyan temayülü olmasaydı; bu yol­da yaptıklarını izah etmek mümkün değildir.

Bu düşüncelere dayanarak General Kâzım Karabekir'-in Cumhuriyet tarihinde psikolojik izah hatası diye ileri sürdüğü fikre iştirak edemiyoruz.

2 — Olayların seyrinde iki tarihî simanın belirtilmesi, diğerlerinin silik gösterilmesi veya hiç gösterilmemesi.

General Kâzım Karabekir, Cumhuriyet tarihinde olay­ların Atatürk ile İnönü etrafında toplandığına ve inkılâp tarihimizin seyrinde onlardan başka daha pek çok kim­senin emekleri olduğu halde bu cihetin işaret edilmediğine itiraz etmektedir.

Buna cevabımız şudur:

Yazılan tarih devlet tarihidir. Tarih olaylarının devlet bakanları etrafında toplanması bütün devlet tarihlerinde göze çarpan bir gerçektir. Bu aynı zamanda bir metod meselesidir. Klâsik bir ders kitabında bir olayın bütün kahramanlarını saymak imkânı yoktur. Bu imkânsızlık ders kitabının anonim olmasını gerektirir. Kaldı ki Türk inkılâ­bında Atatürk ile İnönü arasında mevcut ülkü ve işbirliği o kadar kuvvetli ve yapıcıdır ki bu hususta ısrar etmek ta­rih gerçeğini belirtmekten başka bir şey değildir.

3 — Olayların gerçeğe uymayacak şekilde sistemli yapılması ve tarih kritiğine yer verilmemiş olması.

General Kâzım Karabekir'in bu hususta yaptığı itiraza cevabımız şudur: ders kitabının yazılmasında özel bir me-tod vardır. Bu tarih kritiğine yer vermez. Tarih ders kita­bı olayları sistemleştirdiği takdirde ancak büyük bir devri kısaltarak alabilir. Zaten tarih ders kitabından maksat öğrencilere tarih hakikatlerini daha ziyade yapıcı cephe­leri ile ve sonuçlariyle öğretmektir. Bu itibarla, tarih ders kitabında olay hercümercini -kritiğe tâbi tutarak ve kısalt-mıyarak yazmak, maksat ve metodu feda etmekten başka bir netice doğuramaz. "


4 — Cumhuriyet tarihinin yazılmasına esas olarak alınan «Nutkun» hatalı ve yanlışlarla dolu ol­ması.

General Kâzım Karabekir'in bu hususta ileri sürdü­ğü düşünceleri kabul etmemekte mazuruz. Çünkü hata ve yanlış olarak gösterdiği şeylerin gerçekten öyle oldukla­rını tevsik edecek delilleri yoktur. Her ne kadar M. Ke­mal'in manda fikrine taraftar olduğunu nutkun bazı sa-tırlariyle isbat etmek istedilerse de, bu satırların gerçek mânâsı hiç bir tefsire tahammül edemiyecek kadar açık­tır ve bu mânâdan da Generalin çıkarmak istediği netice çıkmamaktadır.»

12 Ekim 2012 Cuma

Kazım Karabekir Paşa Vatan Davasını Yarıda Bırakmayı Düşünmüştü!


Padişah Vahdettin, 20 Eylül 1919 tarihinde yayınladığı bir beyannameyle açıkça Milli harekete karşı olduğunu göstermiş; savaşarak değil, teslim olarak kurtuluşa ulaşılabileceğini belirtmiştir.

Beyanname dikkatle okunduğunda Padişah Vahdettin'in "düşmana karşı direnişten" değil, çok yumuşak bir üslupla "düşman karşısında sessiz kalmaktan" söz ettiği görülmektedir. İşgallere üzüldüğünü, devlet ve milletin haklarını korumak için çaba harcamanın doğal olduğunu belirten kurnaz Vahdettin, sözü döndürüp dolaştırıp, Milli hareketin gereksizliğine getirmiş; Avrupa kamuoyunun lehimize döndüğünü, Mebusan meclisi seçimlerinin zamanında yapılabilmesi ve barış konferansından olumlu bir sonuç alınabilmesi için "Milletin her ferdinden bu günkü durumun nezaketini takdir ederek sessizlik ve soğukkanlılığını korumasını, kanunların hükümlerine ve hükümetin emirlerine uymasını, düzen ve asayişi bozacak hareketlerden sakınmasını" istemiştir. Padişah Vahdettin'in beyannamesinin sonundaki şu cümle onun politikasını özetlemektedir: "Büyük devletlerin adalet ve insaf duyguları ile gerçekleri gittikçe anlayan Avrupa ve Amerika kamuoyunun yumuşaması da bu umudumu belgelendirmektedir."

Vahdettin'in Milli hareket karşıtı bu beyannamesinin halkı olumsuz etkilememesi için harekete geçen Atatürk, bazı tedbirler almıştır. Fakat Atatürk'ün bütün tedbirlerine karşın padişahın beyannamesi bazı yerlere ulaşmıştır.

Milli harekete büyük zararlar verebilecek bu beyannamenin yayılmasında Kazım Karabekir Paşa'nın da büyük gayretleri olmuştur. Atatürk'le birlikte milli direniş için yola çıkan Karabekir Paşa'nın sadece dört ay sonraki bu değişimini anlamak olanaksızdır doğrusu! Atatürk, Nutuk'ta, Milli hareket karşıtı bu beyannamenin yurda yayılmasına önayak olan Kazım Karabekir Paşa'yı ağır bir şekilde eleştirmiştir.

Karabekir Paşa, 21 Eylül 1919'da Trabzon Mevki Komutanı'na gönderdiği uzun bir telgrafta Padişah Vahdettin'in Milli hareket karşıtı beyannamesini öve öve bitirememiştir.

"Trabzon Mevki Komutanı'na, Şevketli Padişahımız Hazretlerinin ulusuna karşı yayımladıkları kutlu bildirilerin hemen görevlilere ve halka ulaştırılması gereklidir. Böylece şimdiki hain hükümetin melek yüzlü Padişahımız efendimizi ne denli küstahça ve gözü peklikle aldatmakta olduklarını anlayamayanlar kaldıysa hepsi anlasınlar. Ulusu ve ülkesi için kutlu yüreğinin ne denli büyük bir sevgi ve esirgeyicilikle dolu olduğunu gösteren bu bildiride en açık olarak göze çarpan şey, hükümetin haince gidişi üzerine ulusun halifelik katına sunduğu yakınma yazılarının daha Padişaha bildirilmemiş olmasıdır. Çünkü ulusa ve yurda karşı çektikleri hainlik hançerini bilmiş olsalardı, bu hainleri bir dakika bile yerlerinde tutmayacaklarına, kutlu bildirideki yürekten gelen anlatım en büyük tanıktır. Bu hainler bu gerçeği bildikleri için halife efendimizi doğrudan doğruya ulusla karşı karşıya getirmiyorlar. Bunun için ulusa düşen ödev, şanlı Padişaha sonsuz sevgi ve bağlılığını durmadan göstermek ve sunmakla birlikte, bütün ulusun ve ordunun birlik olarak Padişahın söz götürmez haklarını, ulusun ve ülkenin varlığını kurtarmaya çalıştıkları, ama bu hain hükümetin yasal ve gönülden bağlılığı anlatan bu davranışı Padişahımız efendimizden gizledikleri, üstelik büsbütün ters bir biçimde gösterdikleri gerçeğini dün karar verildiği üzere halifelik katına aracısız bildirmektir. Erzurum halkının bu yolda yazacakları telin bir örneği oraya bildirilecektir. 15. Kolordu Komutanı Kazım Karabekir"

Kazım Karabekir Paşa, Vahdettin'e övgüler yağdırdığı telgrafını şöyle bir eklemeyle Atatürk'e de göndermiştir:

"Bu konuda düşünceleriniz var mı? Bu kutlu bildiri, ulusun padişahına gerçeği bildirmesine yeniden elverişli bir durum yaratmıştır ki, Erzurum halkı hükümetin bütün cinayetlerini sayarak, yeniden padişaha dileklerini bildirecektir. Bunun örneğini ya çekilmek üzere ya da bilgi için sayın kurulunuza sunacağım"

Daha sonra Kazım Karabekir'den bir telgraf daha gelmiştir. (Bu telgraf 9 Mayıs 1933 Milliyet Gazetesi'nde yayınlanır.) 1919'un Eylül'ün de gelen bu telgraf Mustafa Kemal'i çok zor bir duruma düşürmüştür. Aslında bu telgrafı okuyanlar Kazım Karabekir'in kitabındaki iddaalar hakkında da kolay kolay hükümlerini verebilirler.Telgraf şöyledir:
«İstanbul'da Meclis-i Milli'de tahasul eden (sonuçlanan) cereyana karşı Heyet-i Milliye'nin ve Kuvayi Milliye'nin makus (ters) ve mütebakim bir vaziyet almasını doğru bulmuyorum. (..) Yalnız Heyet-i Temsiliye bu işin içinden kârlı çıkmak ve işin mesuliyetini takdir keyfiyetini Meclis-i Millî'nin uhdeyi namus ve hamiyetine bırakmayı mütalâa ediyorum. (..) Heyet-i Temsiliye'nin artık Meclis-i Milli'ye tevdi-i mukadderat ederek dağılmasını ve mevki-i faaliyetten çekilmesini yazar ve bir de teşekkür eder..»

Atatürk - Karabekir


Atatürk ile Kazım Karabekir arasında ki ilk tartışma 1933 yılı mayıs ayında Milliyet Gazetesi'nde olmuş. Tartışma sırasında "Millici" takma adıyla yazılar yazan yazar Karabekir'e şu çağrıyı yapmış:
"Herhalde muhterem Paşa neşrettikleri (Şarkılı ibret) eseri yerine İstiklal Harbi'nin birkaç safhasına varan çocuklarına öğretecek başka eser hediye etseydi, tarih ve hakikat namına daha büyük hizmet görmüş, efkâr-ı umumiyenin kendi haklarında, milli mücadeledeki hizmet ve tesirleri hakkında kafalarda yarattığı müphem hükümlere kendi dilleriyle, kendi yazıları ile hakiki istikametlerini vermiş olurlardı!"

Bu çağrı üzerine Kazım Karabekir Milliyet Gazetesine 7 mektup göndermiş ve tartışma başlanmıştır.
Tartışmanın kesilmesi üzerine Karabekir "İstiklal Harbimizin Esasları" adlı kitabı yazmış; bu kitap, daha baskıdayken toplatılıp yakılmış...
1933'de yakılan bu kitap, 1951 yılında yeniden yayınlanmış.
Atatürk, yakılan bu kitabı inceleyerek Kazım Karabekir'e 9 sayfa tutan yanıtlar vermiş.
Atatürk'ün el yazısı ile yazdığı bu notları eski Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel'in kızı Canan Eronat saklamıştır.
Atatürk'e göre kitap yalan ve yanlış bilgilerle doludur. Kendisine karşı bi nevi karalama kampanyası başlatıldığını düşünmektedir.

1933 yılında yayınına izin verilmeyen "İstiklâl Harbimizin Esasları" adlı kitabın 54. sayfasındaki şu satırlarını birlikte okuyalım:
"..Bolşeviklik fikrinde olanları ikaz ettim. (Bolşeviklik fikrinin tekrar alevlenerek Amasya içtimaında dahi münakaşa ve kabul edildiğini ve fakat ikazımla tekrar milli hükümet esasına rücu edildiği görülecektir.)"

Mustafa Kemal'in, Karabekir'in bu satırlarına karşı yanıtı çok serttir. Mustafa Kemal, kitabın ilk formalarım okuyup, el yazısı ile 9 sayfalık tutan notlar alır. Bu notların 14. sırasında yer alan bölümü şöyledir:
 «Sayfa 54>.. Bolşeviklik., çok alçakça uydurmak istediği bir hikâye (bana yapıştırmak istiyor).»  

Kazım Karabekir, Atatürk'ü Bolşeviklik ile suçlaması olayını biraz açalım:

22 Ocak 1921 tarihinde TBMM'deki gizli oturumda Atatürk şöyle diyor:
"Çünkü her gittiğiniz yerde aleyhte bulundunuz. Yazık Değil mi? Tarihe geçecek O'nun yaptığı şeyler."

Atatürk'ü gizli oturumda bu sözlerle savunduğu komutan Şark Cephesi Komutanı Kazım Karabekir Paşa'ydı. 

"Kazım Paşa'yı içinizde tanıyanlar ve tanımayanlar vardır. Karabekir Paşa, gayet zeki, üstün ahlaklı, namuslu, fevkalade iyi huylu, namuskar, tedbirli bir adamdır"

Mustafa Kemal Paşa, arkadaşı Kazım Karabekir Paşa'yı «komünistlikle» suçlayan Erzurum milletvekili Hüseyin Avni Bey'e karşı bu sözlerle savunuyordu. Bursa milletvekili ve Diyarbakır İstiklâl Mahkemesi üyesi Şeyh Servet Efendi'nin  «komünizm propagandası yaptığına dair şifreli telgraf » Genelkurmay Başkan Vekili Fevzi Paşa'nın -yazısı üzerinde ihbar üzerine o gün TBMM'de gizli görüşme başlamıştı.
Erzurum milletvekili Hüseyin Avni Bey, Kâzım Karabekir Paşa'yı o günkü moda ve yaygın deyişle «bolşevik-likle» suçluyordu.
Hüseyin Avni Bey, Karabekir Paşa'nın bolşevik olduğundan kuşkulanmış; bu kuşkusunu da gizli oturumda şöyle dile getirmişti:
«Erzurum'a girdiğimiz zaman çeşitli akımlar vardı. İçlerine girdim. Birtakım subaylar arasında (bolşevikliğin) askere de yansıyacağından korkuyorlardı. ..Ordunun başındaki Kâzım Paşa Hazretlerine başvurduk. Orduda bir düzen olabilir mi?., dedik.
Mamafih dedi., kanıma gelince:
Belki efendiler, garip gelecektir sözüm, benim kanıma kalırsa, islâmiyetle bolşeviklik arasında pek az fark vardır., dedi.
Bunda miras, zekât yoktur Paşam., dedim. Bizim ilkelerimize uymaz. Beni mi kandırıyorsunuz? Yoksa ne buyuruyorsunuz?
Kâzım Paşa dedi ki:
Bugün iki siyaset vardır: Batı ve Doğu siyaseti. Bizim, Batı ile İngilizlerle anlaşmamız olasılığı var mıdır?
Yoktur., dedim.
O halde bizim Doğu ile anlaşmamız zorunludur. Doğu siyasetini izlemek zorundayız... dediler. (..) Bizim için başka kurtuluş yolu yoktur. Ve bana bolşevikler söz verdi. Ben,askerî delege olarak atandım. Bu örgütü ülke içinde kuracağım., buyurdular.»
Erzurum milletvekili Hüseyin Avni Bey, Türkiye Komünist Partisi kurucusu Mustafa Suphi'nin «yüksek zevat ile temas ettiğini öğrendiğini» ve Mustafa Suphi ile Kâzım Karabekir Paşa'nın ilişkileri olduğunu söylüyor ve Paşa'yı açıkça komünistlik ile suçluyordu.
Hüseyin Avni Bey, sözlerini «Doğu Cephesi'ne bir heyet gönderin, ben gerçeği söylüyorum. 
Söylediklerimin tersi çıkarsa namussuzum» diyerek noktalıyordu.

Hüseyin Avni Bey'in bu ağır suçlamalarına kim yanıt verecekti?
Mustafa Kemal!
Mustafa Kemal Paşa, kürsüye geliyor ve amaçlarının «millî sınırlar içinde bağımsızlık» olduğunu anlattıktan sonra şöyle konuşuyordu:
"Efendiler,
Bu esas üzerinde yürüyen insanlar, düşünen beyinler, doğal olarak, komünizmin geniş ve kayıt tanımayan esasları ile uyuşmazlar. Bu nedenle yüksek kurulunuzun izlediği siyaset, hiçbir zaman komünistlik esasına dayalı değildir. Bu böyledir, bunu tekrar ediyorum, bir defa daha. Fakat yine bilmektesiniz ki ve bütün dünya bilmektedir ki, bu millî esaslara derin bağlar bulunan Meclisiniz ve Hükümetiniz, bağımsız bir devlet olarak Rusya Bolşevik devletle ilişkilerinde hiçbir zaman komünistlik ve bolşeviklik esaslarını ağzına bile almamıştır."
Mustafa Kemal Paşa, daha sonra «Rusya içinde bu milletin soysuz, herhalde sersem birtakım evlâtları oralarda serseriliklerine devam etmişlerdir» diyor ve sözü Türkiye Komünist Partisi'ne ve Mustafa Suphi'ye getiriyordu.
«İşte bu serseriler, bir iş yapmak hülyasına kapılarak görünüşte memleketimize ve milletimize yararlı olmak amacıyla TKP diye bir parti kurmuşlar; bu partinin başında da Mustafa Suphi ve benzerleri var. Bunlar, doğrudan doğruya Vatanseverlik duyguları yada gerçek millî duygular İle değil, benim kanımca, belki kendilerine para veren, kendilerini koruyan ve bunları koruyan Moskova’daki prensip sahiplerine yaranmak için birtakım serserice girişimde bulunmuşlardır. Bunların yaptıkları girişim, Rus Bolşevizmini çeşitli kanallardan memleket içine sokmak olmuştur.»
Mustafa Kemal, daha sonra «Efendiler» diyordu, «iki önlem olabilirdi.»
«Birisi, doğrudan doğruya komünizm diyenin kafasını kırmak; diğeri, Rusya'dan gelen her adamı derhal, denizden gelmiş ise vapurdan çıkarmamak! karadan gelmiş ise sınırın dışına çıkarmak gibi şiddet önlemlerine başvurmak.
Bu önlemlere başvurmakta iki noktadan sakınca gördük:
Birincisi, siyâseten iyi ilişkilerde bulunmayı gerekli gördüğünüz Rusya cumhuriyeti tümüyle komünisttir. Eğer böyle şiddet önlemlerine başvurursak, Ruslarla ilişkide bulunmamak gerekir. Oysa biz, birçok siyasal düşünce ve nedenle Ruslarla temas etmeyi, ilişki kurmayı istedik ve istiyoruz, isteyeceğiz. O halde uygulayacağımız önlemler de dostluğunu istediğimiz bir milletin, bir hükümetin prensiplerini aşağılamamak zorundayız.

ikinci görüş açısından da şiddet önlemlerine başvurmayı yararlı görmedik:
Bildiğiniz gibi düşünce akımlarına karşı düşünceye dayanmayan güçle karşılık vermek o düşünceyi ortadan kaldırmadıktan başka, herhangi bir insanla konuşulduğu zaman onun herhangi bir fikrini kuvvet zoru ile reddeder-seniz ö ısrar eder. Israr ettikçe kendi kendini aldatmakta çok daha ileri gidebilir.. Bu nedenle düşünce akımları cebir ve şiddetle yokedilmez, tersine güçlendirilir.»

Mustafa Kemal, TKP için açıklama yaptıktan sonra sözü Erzurum milletvekili Hüseyin Avni Bey'in Kâzım Karabekir Paşa'yı suçlayan konuşmasına getirir.
«..Ufak bir tereddütü olanlar, Kâzım Karabekir Paşa Hazretlerinin bir buçuk yıldır Doğu'nun durumu hakkında her gün vermiş oldukları raporların tümünü okuduktan sonra bir karara varmaları ve ondan sonra konuşmaları gerekir. O zaman bu görüşü ileri süren kimse, bu güçteki bir kimse hakkındaki, Kâzım Karabekir Paşa Hazretlerinin kıymetlerini takdirde ne dereceye kadar hata etmiş olduklarım anlayacaklardır.»
Mustafa  Kemal, Kâzım Karabekir Paşa'nın Mustafa Suphi olayında oynadığı rolü de açıklar; der ki:
«Mustafa Suphi'yi Doğu'da Hüseyin Avni Bey'den önce ortaya çıkartan Kâzım Karabekir Paşa'dır. Bu adamın memlekete girmesinin sakıncalı olduğunu takdir eden Kâzım Karabekir Paşa'dır. Bunun memleket dışına, sınır dışına çıkarılması gerekeceğini bilen de Kâzım Karabekir Paşa'dır. Bunun planını yapan da Kâzım Karabekir Paşa'dır; yoksa Erzurum valiliğiniz değildir. Biz değiliz efendiler. Akıllıca yaptığı planla, herkesten önce gerekenleri harekete geçiren Kâzım Karabekir Paşa'dır: Bilmem, bolşeviklere eğilimliymiş. Mustafa Suphi'nin bilmem nesiymiş. Herkesten önce güçlü önlemler alan Kâzım Karabekir Paşa'dır!.
(..) Kâzım Paşa'nın komünistlerle temasta olanlara karşı komünist görünmesi doğru olabilir; memleket ve millet için yararlı bir siyasal amacı sağlamak içindir; gerçekte komünist ve bolşevik olduğu için değildir»-.

Atatürk, Kazım Karabekir'i bolşeviklikle suçlayanlara işte böyle cevap vermiş ve susturmuştur. Ama yıllar sonra Kazım Karabekir arkadaşı Atatürk'ü bolşeviklikle suçlamıştır. Mustafa Kemal'in "bolşeviklik ilan etmeyi düşündüğünü" yazmaktan çekinmemiştir.

Komuoyun önündeki açık tartışma Milliyet Gazetesi'nin 27 Nisan 1933 günü sayısında "Ankaralı'nın Defteri" köşesinde "Millici" imzasıyla yayınlanan yazıyla başlamıştı. "Millici" imzalı yazıları yazan belli ki ya Atatürk yada kendi bilgisi dahilinde ve kendisine yakın kimselerce (Mazhar Müfit belki de Falih Rıfkı Atay) yazılıyordu.

Tartışmanın en önemli noktalarından biri Anadolu'ya geçme düşüncesinin nasıl oluştuğuydu.

Karabekir, bu konuyu yanıtlarında şöyle anlatıyordu:
«Ben, daha mütarekenin başlangıcında millî istiklâlimizin ancak millî bir kuvvetle kurtarabileceğini, bunun da Erzurum'da yapılacak millî bir teşekkülle mümkün olabileceğini, birçok zatlara ve bu meyanda Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine de Şişli'deki evinde bizzat söylemiş ve kendilerini Şark'a davet etmiştim.»
Karabekir Paşa. ilk mektubunda şunları yazar:
«..Mustafa Kemal Paşa Hazretleri henüz İstanbul'da iken ben Şark'ta işe başlamış ve 
Erzurum Kongresi'yle millî nüveyi hazırlamıştım.

6 Mayıs 1933 tarihli «Ankaralının Defteri» nde cevap olarak şu satırlar yazılır:
«Hayatta en kolay şey, insanın büyük iddialarda bulunmasıdır; kendi nefsine ve işlerine olduğundan fazla kıymet vermesidir; her müsbet rolünün, tesirin mühim olduğunu söylemesidir. Fakat bunlar kadar kolay olmayan birşey var ki bunların şahitlerle, vesikalarla teyit edilmesidir.»
«Millici» bu savını kanıtlamak için belge de sunar. Belge sunmadan önce de şu açıklamayı yapar:
«Herkes bilir ki, Gazi Mustafa Kemal Hazretleri; Anadolu'ya geçmeden evvel İstanbul'da aylarca uğraştı; pek çok temaslar yaptı. Yerli ve yabancı birçok âdâmla görüştü; halkın, halk içinde yaşayanların, iş başında olanların temayüllerini araştırdı, taşıdığı emniyet ve itimada göre herkese derece derece açıldı. Anadolu'da açacağı mücadelede kendilerine kimlerin yardım edebileceğini, İstanbul'da kalabilenlerden hangilerine bel bağlayabileceğini anlamaya çalıştı. Bütün bu zevat arasında hatta hepsinden evvel, Anadolu'da bir kolordunun başında bulunan Kâzım Karabekir Hazretleri gibi aynı zamanda yakından tanıdığı bir kumandanla görüşmesinden, anlaşmasından tabii birşey olur mu?»

«Millici», şu kanıdaydı:
«(Anadolu'da millî kuvvetlerin nüvesini hazırladım) diyen Kâzım Karabekir Paşa, pekala bilirler ki, kurtuluş gayesiyle teşekkül eden her cemiyet, hatta bu gaye için savaşmayı göze alan her vatandaş milli davanın müdafa¬ası için ihmal edilmez bir kuvvetti. Bu bakımdan Erzurum'¬da kurulan (Vilâyet-i Şarkiye Müdafaa-i Hukuk Cemiye-ti)'nden istifade etmek tabii idi. Fakat, daha ziyade mahallî ihtiyaç ve sebeplerle kurulmuş olan bu teşkilât - Karabekir Paşa'nın sandığı gibi - memleketi kurtarmaya kâfi gelemezdi.»
«Millici», daha sonra Mustafa Kemal Paşa'nın bütün yurdu kapsayan örgütler kurmaya başladığını; Erzurum ve Sivas Kongrelerinin bu amaçla toplandığını yazıyor ve Karabekir'i şöyle eleştiriyordu :
«(Şark Vilâyetlerinde mutlaka ben kalmalı idim; burada başkası muvaffak olamazdı.Halkın bana itimadı vardı,) diyen muhterem Karabekir Paşa, hatırlarlar ki, Gazi Mustafa Kemal'in Sivas ve ondan sonra da Ankara'ya gitmeye karar vermesi, kendilerini fazla telâşa düşürmüş, ciddi endişelerini mucip olmuştu. Karabekir Paşa'nın o vakitki görüşüne ve düşünüşüne nazaran Mustafa Kemal Paşa'nın Şark havalisinden uzaklaşması, buradaki teşkilâtın zayıflamasına sebep olabilirdi.»
«Ankaralının Defteri» yazarı, yazdıklarını kanıtlamak için bir de belge sunuyordu. Belge, Karabekir'in Mustafa Kemal'e çektiği şu telgraftı: 
«Kuvayi Milliye'yi temsil eden yüksek heyetin değil Ankara'ya, hatta Sivas'ın batısına bile geçmemesi düşüncesindeyim.»

Karabekir Paşa, 3. mektubunda Mustafa Kemal'i Şişli'deki evinde niçin ziyaret ettiğini şöyle açıklıyordu :
«..Yıldırım ordularının grubunun lağvı üzerine açıkta kalmış olan Mirliva Mustafa Kemal Paşa Hazretleri'ni ziyaret ettim. Bu ziyaret sebeplerinden biri de müşarüniley (anılan kişiyi) İstanbul'da kalıp Kabineye girmek husüsündük! arzularından sarfınazar ettirmek gayesine matuftu..»
(...) Milli dava hakkındaki fikrimi anlattım. Paşa Hazretleri'nin bilâhare, tekliflerimi kabulden sarfınazar ettiklerini ve bir ay sonra da İstanbul'dan uzak-laştırıldıklarını şu yazılarından öğrendim.
1— Gazi'nin Nutku, sahife 7:
(Beni İstanbul'dan nefy ve ted'ib maksadıyla Anadolu'ya gönderdiler.)
2— Gazi'nin Hayatı isimli eserin 79. sahifesi:
(Mustafa Kemal Paşa, Anadolu'ya kendisini uzaklaştırmak isteyen hasımları tarafından gönderilmiştir.)

13 Mayıs günkü Milliyet gazetesinde Mazhar Müfit(Kansu)'in tartışmalara katıldığı görülüyordu. Mazhar Müfit Bey, Erzurum Kongresi hazırlıklarını şöyle anlatıyordu :
«..3 Temmuz'da Paşa Hazretleri geldiler. Kâzım Paşa'nın hazırladım dediği kongreden eser olmadığı görüldü. Onüç gün teahhurla (gecikmeyle) kongrenin kürşat olabilmesine ancak Gazi Hazretleri muvaffak oldular. Şu halde Gazi gelmeden evvel Kâzım Paşa'nın hazırladığı millî nüve ve kongre nerede idi? (..) Kâzım Karabekir Paşa için bir milli nüveyi, kongreyi, hazırladığını kabul etmek bile mesele müsbet neticelenirse (ben de beraberdim, ben yaptım), menfî zuhur ederse (ben kumandandım, karışmadım) diyerek ortadan sıyrılmak gibi iki cepheli Hareket eden Paşa'nın bir millî nüvesi ve kongresinden bir fayda bekleyenleri ve (Paşa bugün ben, hep ben yaptım) demek şeyhin kerameti kendinden menkul demek olmaktan başka birşey değildir.»
14 Mayıs 1933 tarihli «Ankaralının Defteri» Karabekir'i «tarihe ve hakikata karşı saygısızlık» ile suçluyordu.
Tartışma iyice sertleşmişti. «Millici» soruyordu.
«Acaba Kâzım Karabekir Paşa ne sanıyor? Mektubu okuyacak olanlar aynı zamanda büyük nutkun yedinci sayfasındaki o yazının altını ve üstünü okumayacaklar mı? Onu bulup okuduktan sonra tarihi hakikat namına aldatılmak istenen efkâr-ı umumiyenin takdirine arzetmeyecek midir?»
«Millici» Karabekir Paşa'nın «mugalata» yaptığını. «Türkiye'nin kurtuluş yolunu Gazi Mustafa Kemal gibi doğru göremediğin!» ileri sürüyordu. Kazım Karabekir'in "İstiklal Harbimizin Esasları" kitabı toplatılmış ve yakılmıştı. Kitabın bir kopyası da Atatürk'ün eline ulaştırılmıştı. Atatürk, Karabekir'in yazdıklarına el yazısı ile 9 sayfa tutan yanıtlar vermiştir. Bu notlar, Hasan Ali Yücel'in ölümü üzerine evinde yatağının yanındaki çekmecede bulunur. 
Bazı notlara bakalım:
«İstiklâl Harbimizin Esasları» adlı kitabında 1918'de komutanlığını Mustafa Kemal'in yaptığı 7. Ordu'nun İngilizler karşısında yenildiği ve geri çekilmek zorunda kaldığı yazılıyor.

6) Sayfa 37'de 7. Ordu hakkındaki sözleri yalandır. Katma sırtlarındaki muharebeyi yapan 7. Ordu'dur. 2. Ordu Adana havalisine nakil olunmuştur.»

7) «S: 38. «21 Eylül'de taarruz edecek düşman bulunmayan İngilizler».. Yalan!. İngilizler 7. Ordu tarafından muhasara edildikleri için durduruldular; aksi takdirde niçin Adana'ya kadar yürümeyeceklerdi?!»

Kâzım Karabekir, «İstiklâl Harbimizin Esasları» adlı kitabında, Mustafa Kemal Paşa'yı Şişli'deki evinde ziyaret ettiği ve aralarında konuşmalar geçtiği yazılıdır.

Karabekir:
«Evvelâ Şark teşekküllerini Erzurum'da birleştirerek herhangi bir tehlikeye karşı bir millî taarruz hazırlamayı düşünüyorum. Yeni bir Türk hükümeti esası. 
.
.
Bunun için derhal sizin de bir vazife ile gelmeniz mümkündür. Eğer mümkün olmazsa hususi bir tarzda da gelebilirsiniz. Evvelâ Erzurum'da toplanalım ve millî hükümet esasını kuralım. Ben Trabzon ve Erzurum'da siz gelinceye kadar bu esası hazırlarım.»
Mustafa Kemal :
«Evet bu da bir fikirdir.»
Karabekir:
«Paşam, fikir değil karardır.. Ben, işe başlayacağım ve ikmal-i namus için uğraşacağım. Paşam; İstanbul'da çok kalmayınız. Ve buradaki di¬ğer komutanlar üzerinde de müessir olarak bir an evvel Anadolu'yu kuvvetlendirelim. Birçok batmış milletler is-tiklâllerine kavuşurken asırlar doldurucu muazzam tarihi olan Türk milletini kurtaralım.»
Mustafa  Kemal:
«Vaziyet size hak verdiriyor. İyi olayım gelmeye çalışırım.»

Atatürk'ün el yazısı ile hazırladığı notun 3. sayfasını okuyoruz;
13) ^«S: 46-49.. (11 Nisan cuma günü) beni ziyareti baştan yalan, sonradan uydurma bir tiyatro parçası.. İsmet Paşa'ya söylediğini tahkik (12 Nisan 335'te İstanbul'dan çıkmış.. 19 Nisan 335 Trabzon).»

Karabekir, İzmir'in işgalini şöyle anlatıyor:
«15 Mayıs 1335'de millî iktisadımızın can evi olan sevgili İzmir'imizi Yunanlıların işgal ettiğini 16 Mayıs 335'-de haber aldık. Her tarafta halk ve ordu mensupları müthiş bir galeyanla hamiyetle çırpındılar. Günlerce halkın feryatları, mitingleri devam etti. Erzurum'da binlerce halk karargâhta toplandı.. (Tek dağ başı mezar oluncaya kadar mücadeleye) tekrar ant verildi.»

Atatürk'ün 20 numaralı notu da İzmir’in işgali ile ilgili :
20) «İzmir’in işgali (15 Mayıs 335) için mitingler ben emir verdikten sonradır.»

31) S: 85, 86, 87'de çok yalan var. 9   Temmuz'da beni reis intihap ettiler, 9 T. bildirdiler.
32) S: 88. Yalan ve ayıp...
33) S: 89, 90. Saçma ve şantaj!



Prof. Koral: «Karabekir'in İddaları Dayanıksız»

Millî Eğitim Bakanlığındaki bu tartışma Ve değerlendirme toplantılarından sonra Prof. Karal, General Karabekir ve Bakan Hasan Ali Yücel'e görüşlerini bildirir.
Tutanağı olduğu gibi yayınlayalım:

Enver Ziya Karat'ın, General Kâzım Karabekir Paşa'ya Cevapları
General Kâzım Karabekir'in Tenkitlerinin Özü.

General Kâzım Karabekir «Cumhuriyet Tarihi» tenkitlerini, bitirdikten sonra sayın Bakan Enver Ziya Karal'a, tenkitler üzerindeki düşüncelerini söylemesi için izin verdi. Enver Ziya Karal da tenkitlere şöyle cevap verdi :
Sayın Generalin tenkitlerini dört ana düşünce etrafında toplamak mümkündür:
1— Olayların psikolojik izahlarının hatalı oluşu.
2— Olayların seyrinde iki tarihî simanın belirtilerek diğerlerinin silik gösterilmesi veya hiç gösterilmemiş olması.
3— Olayların, gerçeğe hiç de uymıyan bir şekilde sistemli yapılmış bulunması, tarihî kritiğe hiç yer verilmemiş olması.
4— Cumhuriyet  tarihinin   yazılmasında   esas   olan nutkun yanlışlar ile dolu olması ve esastan ziyade teferruatı ihtiva etmesi.
Bu düşüncelerden birincisini ele alalım.
Sayın General psikolojik izahtan bahsederken en çok şunu belirttiler: «Mustafa Kemal genel harbin sonunda orduları yenilmiş mağlûp bir generaldir. Padişaha barış yapılması için telgraf çekmiştir. Halbuki Anadolu'nun doğusundaki ordular ve komutanlar yenilmemiştir. Bu itibarla yenilmiş bir komutanda yok farzetmemiz gereken savaşmak istek ve heyecanı mağlûp olmıyan komutanda vardır.»
Sayın Generalin bu izahı gerçeğe uymaz. Çünkü mağlûp olan ordu, tek başına yaşayan mücerret bir onay değildir. Bu ordu bir devletin ordusu. Böyle bir ordunun başında ve içinde bulunmayan ve dolayısıyla yenilmeden kendisini sorumlu saymıyan komutanlar da müteessir olur. Bu itibarla Anadolu'nun doğusunda bulunan ordu komutanlarının Mustafa Kemal'den daha az müteessir olmaları güç kabul edilir. Kaldı ki bir ordu komutanı yalnız başında bulunduğu ordunun mukadderatı ile ilgili değildir. Komutan mensup olduğu milletin bütün ordulariyle yakından alâkalı olmak gerektir. Komutanlık ödevleri bunu emreder. Madem ki bu böyledir. Mustafa Kemal'in yenilen ordularının yarattığı yeni şartlar bütün ordu komutanlarına kabul edilir. Zaten bu şartların General Kâzım Karabekir tarafından kabul edildiği de aşikârdır. Çünkü Mondros Mütarekesi imzalanırken General, mütareke imzalanmasın diye bir itirazda bulunmuş değildir,
Mustafa Kemal'in padişaha sulh yapılması için çektiği telgraftan bir yıl önce Enver Paşa'ya verdiği bir raporda harbin kaybedildiği ve sulh yapılması gereğini müdafaa ettiğini de biliyoruz. Paşa imkânların Birinci Cihan Savaşı'na devam edemiyeceğimizi gördüğü anda sulh yapılmasını teklif etmesi tabiidir. Fakat onun kafasında ve yüreğinde bu sulh memleketin işgalini ve milletin esaretini tazammun etmez. Bu sebepledir ki Paşa, Mondros Mütarekesi'nin şartlarına itiraz etmiş ve millî mücadelenin başına geçmiştir. Eğer Mustafa Kemal'de savaşmak ar-zusu ve haksızlığa karşı isyan temayülü olmasaydı; bu yolda yaptıklarını izah etmek mümkün değildir.
Bu düşüncelere dayanarak General Kâzım Karabekir'-in Cumhuriyet tarihinde psikolojik izah hatası diye ileri sürdüğü fikre iştirak edemiyoruz.
2 — Olayların seyrinde iki tarihî simanın belirtilmesi, diğerlerinin silik gösterilmesi veya hiç gösteril-memesi.
General Kâzım Karabekir, Cumhuriyet tarihinde olayların Atatürk ile İnönü etrafında toplandığına ve inkılâp tarihimizin seyrinde onlardan başka daha pek çok kimsenin emekleri olduğu halde bu cihetin işaret edilmediğine itiraz etmektedir.
Buna cevabımız şudur:
Yazılan tarih devlet tarihidir. Tarih olaylarının devlet bakanları etrafında toplonması bütün devlet tarihlerinde göze çarpan bir gerçektir. Bu aynı zamanda bir metod meselesidir. Klâsik bir ders kitabında bir olayın bütün kahramanlarını saymak imkânı yoktur. Bu imkânsızlık ders kitabının anonim olmasını gerektirir. Kaldı ki Türk inkılâbında Atatürk ile İnönü arasında mevcut ülkü ve işbirliği o kadar kuvvetli ve yapıcıdır ki bu hususta ısrar etmek tarih gerçeğini belirtmekten başka bir şey değildir.
3— Olayların  gerçeğe  uymıyacak şekilde sistemli yapılması ve tarih kritiğine yer verilmemiş olması.
General Kâzım Karabekir'in bu hususta yaptığı itiraza cevabımız şudur: ders kitabının yazılmasında özel bir metod vardır. Bu tarih kritiğine yer vermez. Tarih ders kitabı olayları sistemleştirdiği takdirde ancak büyük bir devri kısaltarak alabilir. Zaten tarih ders kitabından maksat öğrencilere tarih hakikatlerini daha ziyade yapıcı cepheleri ile ve sonuçlariyle öğretmektir. Bu itibarla, tarih ders kitabında olay hercümercini kritiğe tâbi tutarak ve kısaltmıyarak yazmak, maksat ve metodu feda etmekten başka bir netice doğuramaz. "
4— Cumhuriyet  tarihinin   yazılmasına  esas  olarak alınan «Nutkun»  hatalı ve yanlışlarla dolu olması.General Kâzım Karabekir'in bu hususta ileri sürdüğü düşünceleri kabul etmemekte mazuruz. Çünkü hata ve yanlış olarak gösterdiği şeylerin gerçekten öyle olduklarını tevsik edecek delilleri yoktur. Her ne kadar M. Kemal'in manda fikrine taraftar olduğunu nutkun bazı satırlariyle isbat etmek istedilerse de, bu satırların gerçek mânâsı hiç bir tefsire tahammül edemiyecek kadar açıktır ve bu mânâdan da Generalin çıkarmak istediği netice çıkmamaktadır.»

-------------------------------------------------

Bu yazı Uğur Mumcu'nun "Kazım Karabekir Anlatıyor" adlı sonradan kitap haline dönüştürülmüş 10-29 Haziran 1990 tarihli Cumhuriyet Gazetesi'nde yayınlanan yazı dizisinden derlenmiştir.

Son olarak Atatürk, Söylev'de yakın çalışma arkadaşlarıyla son­radan yollarının niçin ayrıldığını şöyle anlatır:
«Ulusal savaşa birlikte başlayan yolculardan kimile­ri, ulusal yaşamın bugünkü cumhuriyete ve cumhuriyet yasalarına değin uzanan gelişmelerinde kendi düşünce ve ruh yapıları kavrama sınırı bittikçe bana direnmeye ve karşı çıkmaya başlamışlardır. (..}
Bu son sözlerimi özetlemek gerekirse diyebilirim ki, ben, ulusun vicdanında ve geleceğinde sevdiğim büyük ge­lişme yeteneğini, bir ulusal giz gibi vicdanımda taşıyarak yavaş yavaş bütün toplumumuza' uygulatmak zorunday­dım.»


22 Eylül 2012 Cumartesi

Atatürk Türk müdür? ve Atatürk Mason mudur?

Öncelikle Atatürk sapına kadar Türk'tür. Atatürk'e saldıran insanlar hep şu malzemeyi kullanırlar: "Sarışın mavi gözlü Türk mü olur?"... Evet olur.. Osman Bey'in oğlu, Orhan Bey sarışın, mavi gözlü ve Türk oğlu Türk'tür..

Atatürk'ün soyu hakkındaki bilinmezliklerden bahsederler ama Atatürk'ün tek bilinmezi vardır o da hangi yıl doğduğudur. Atatürk'ün soyu hakkın bilgi edinmek için Doç. Dr. Ali Güler'in "Atatürk'ün Soyu" veya Sinan Meydan'ın "Atatürk ile Allah Arasında" adlı kitaplara bakabilirler.

Atatürk baba soyu olarak Aydın civarı, anne soyu olarak Konya Karaman kökenli bir aileden gelmektedir. Atatürk'ün dedeleri Sofuzade Feyzullah Efendi ve Kırmızı Ahmet Efendidir. 15. yüzyılda Osmanlı'nın iskan siyaseti (Türkleştirme) gereği balkanlara yerleştirilmişlerdir. Atatürk burada Selanik'te dünyaya gelmiştir. Atatürk'ün ana-baba soyu "Evlad-ı Fatihan" olarak bilinen yedi göbek Türklerindendir. Tekrar cevap vermek gerekirse "Evet, Atatürk Türktür"...

Peki Atatürk Sebatayist midir?

Bunla ilgili hiçbir belge veya kaynak yoktur. Yedi göbek Türklerden olan birisinin Sebatayist yani Yahudi ama Müslüman gibi gözüken birisi olması saçmadır. Atatürk'e saldıran soysuzlar Sebatayist olan Şemsi Efendi'nin okuluna gitti diyerek onu Sebatayist göstermeye çalışmaktadırlar.
Atatürk Şemsi Efendi İlkokulu'na giderken daha 9 yaşındadır. Ayrıca bu okul Osmanlı'nın en iyi okullarından birisidir. Pozitif bilimlere ağırlık veren nadir okullardandır. Fakat babası vefat edince okulu bırakmak zorunda kalmıştır. Daha sonra dayısı Hüseyin Ağa onu yine pozitif bilim ağırlıklı okul olan bir Hıristiyan mektebine yazdırır ama Atatürk "Ben gavur olamam, orada okuyamam" diyerek orada okumak istemez. Sonra Selanik'e halasının yanına gönderilir. Halası katı bir insandır ve sürekli Atatürk'ü birşeyler alabilmesi için çarşıya göndermektedir. Atatürk, dayısının yanına gelerek "Siz beni uşak mı verdiniz halama!" diyerek sitemini belirtir. Atatürk bu olaylardan sonra kendi isteğiyle Askeri Rüştiye sınavlarına girer ve 1894 yılında yani 13 yaşında Askeri Rüştiye'ye başlar. 11 yıl boyunca Osmanlı'nın askerlerine verdiği eğitimle büyüyen Atatürk, 24 yaşında 8.sırada Teğmen olarak okulunu bitirir.

Kısaca 8-9 yaşınlarında bir çocuk, Sebatayist bir kişinin açtığı okula gitti diye Sebatayist olmaz. Sırf bu yüzden Atatürk'e sebatayist diyeceksek, 13 yaşından itibaren 11 yıl boyunca Osmanlı eğitimiyle büyüyen bir kişiye ne dememiz lazım?

Atatürk Mason mu?

Atatürk'ün mason olduğuna dair hiç bir belge bulunmadığını "Türkiye Büyük Locası" 33. derece büyük üstadı olan Remzi Sanver açıklamıştır.
Bir kişinin mason olduğunu söyleyebilmek için iki şeye ihtiyaç vardır diyor Remzi Sanver, birincisi; bir locanın kayıt defterinde ismi geçmesi, ikincisi; localar kendi toplantılarını yaptıktan sonra şu oldu, bu oldu diye özetledikleri defterlerde isminin geçmiş olması gerekmektedir. Bu iki belgede de Mustafa Kemal'in adı geçmemektedir. Ama mason tarihini yazan tarihçiler yada mason tarihçileri Atatürk'ü "mason olarak kabul ederler". Bunun sebebi, Selanik'in o zaman ki yapısı ve "İttiat ve Terakki Partisi"'nde bulunmasıdır. Atatürk'ün mason olduğuyla ilgili hiçbir belge veya kayıt yoktur. V.Murad'dan Alman İmparator Wilhem'e, ABD başkanı Washington'dan Roosvelt'e kadar mason bildiğimiz her kişinin mason olduğuyla ilgili belgeler mevcutken Atatürk için bunu söyleyemeyiz.

15 Eylül 2012 Cumartesi

"Atatürk'ün Sansürlenen Mektubu" Komedisi....



Okunduğu üzere Atatürk, "Arabistan yarımadasının kumsal çöllerinden; (Ikre, Bismi, Rabbi) safsatasını esas tutmuş olan Araplar, uygar dünyada, bilhassa Türk zengin uygar bölgelerinde bu ilkel ve cahiliyet devrinin simgesi olan ilkeye dayanarak yapmadıkları tahrifat kalmamıştır. Bu zihniyetle hareket edenler İslam'dan önce evrensel Türk uygarlığının bütün belgelerini imha etmekte engel görmediler.
Yazacağınız İslam tarihinin de bu doğrultuda toplayabileceğiniz belgelere dayanarak açıklanmasını önemli görürüm." diye yazmış. Açıkça söyleyebilirim ki bir müslüman olarak altına imzamı atıyorum.

Bu yazıdan "Atatürk, Kuran'a -safsata- demiş" çıkarımını yapıyorsanız "safsata" yapmış oluyorsunuz. Size bol bol kitap okumanızı öneririm.

Anlayamayanların olacağını varsayarak yavaş yavaş, tane tane anlatmaya başlayacağım ve konuya "Atatürk'ün Kuran'a -safsata- dediğini" varsayarak kişinin "safsata" kelimesinin ne anlama geldiğini bilmediğini düşünerek mantık hatasını ortaya çıkaracağım. ( "Safsata" kelimesinin ne anlama geldiğini bilmiyorsun tamam da, okuduğunu da anlamıyorsun arkadaş!)

"Atatürk'ün Kuran'a -safsata- demiş" olduğunu düşünerek açıklamaya başlıyorum;
"... (Ikre, Bismi, Rabbi) safsatasını esas tutmuş olan Araplar..." bu cümleden Arapların sonradan Müslüman olduğunu yada Kuran'ı sonradan esas tutmuş olduğunu anlıyoruz.

"...Arapların... bu ilkel ve -cahiliyet devrinin- simgesi olan ilkeye dayanarak yapmadıkları tahrifat kalmamıştır..." cümlesinde geçen "cahiliyet devri" terimi, İslam öncesi devirleri anlatmak için kullanılır. Yine cümlede geçen "ilke" kelimesinin "Ikre, Bismi, Rabbi"(Kuran) olduğunu anlıyoruz. Sorun şurada, "cahiliyet devri" İslam öncesi devri anlatmak için kullanılıyorsa, nasıl oluyorda Kuran cahiliyet devri simgesi olabiliyor. "Safsata" kelimesinin anlamını bilmeyen bir kişi bile Atatürk'ün böyle bir hata yapmayacağını bilir ve burada bir mantık hatasının olduğunun anlar.

Ben ne anladım onu anlatayım size; ilk başta "Safsata" kelimesi ne anlama geliyor ona bir bakalım.
Safsata kelimesinin Osmanlı Türkçesinde ki karşılığı "Kıyas-ı Batıl"dır. Yani "görünüşte doğru, hakikatte yanlış"...
Safsata kelimesinin Türkiye Türkçesindeki anlamı "bir düşünceyi anlamaya çalışırken yapılan yanlış çıkarsamadır"... Yani kısaca "yanlış anlama"dır.

Şimdi cümleyi "safsata" kelimesinin yerine anlamını koyarak ve cümleyi ona göre düzenleyerek yazalım:
"Yaradan Rabbinin Adıyla Oku" ayetini "yanlış anlayan" Araplar, uygar dünyada, bilhassa Türk zengin uygar bölgelerinde bu ilkel ve cahiliyet devrinin simgesi olan ilkeye dayanarak yapmadıkları tahrifat kalmamıştır...". Umarım şimdi anlaşılmıştır.

Yani Atatürk, Arapların "Ikre, Bismi, Rabbi" ayetini yanlış anladıklarını ve müslüman olmayan halkların belgelerini(özellikle Türklerin) yada İslam öncesi uygarlıkların(Mısır vb) belgelerini imha etmekten çekinmedilerini yazmıştır ve bu anlayışın "cahiliyet devri"ne ait bir anlayış olduğunu vurgulamıştır.

Ama bu yazı bir şekilde döndürülüp çevrilip Atatürk'ün karşısına dikilmiştir ve yıkılmaya muhtaçtır.



Atatürk'ü Vahdettin Yollamış Yalanı ve Mustafa Armağan'a "Hatt-ı Hümayun" Yanıtı

"Vahdettin'in Atatürk'ü Anadolu'ya milli hareketi başlatsın diye gönderdi." iddiasında bulunan kişilerin kaynak veya belge olarak gösterdiklerini bir sıralayalım:

1. "Paşa, Paşa devleti kurtarabilirsin..."

2. Fevzi Çakmak'ın, hanımı Fitnat Çakmak'a anlattıkları...
3. Mustafa Armağan'ın köşesinde yazdığı "Hatt-ı Hümayun"...
4. Vahdettin'in Atatürk'e geniş yetkiler vermesi...
5. Atatürk'ün çok kez Vahdettin ile görüşmüş olması ve Atatürk'e vize vermesi...
6. Mevlanzade Rıfat'ın kitabında yazdıkları...

Mevlanzade Rıfat'ın Yazdıkları:

Aslında herşey Mevlanzade Rıfat'ın dedikleriyle başlıyor. 1929 yılında çıkarmış olduğu kitapta Atatürk'ü Vahdettin'in Anadolu'ya gönderdiğini, Kurtuluş Savaşı'nı Vahdettin'in başlattığını söylüyor. Hatta daha da ileri giderek Vahdettin'i "kahraman" ilan ediyor.
İsterseniz Mevlanzade Rıfat kimdir bi ona bakalım; Mevlanzade Rıfat Efendi dediğimiz kişi, Osmanlı komutanlarına küfreden bir insandır. I.Dünya Savaşına katılan komutanlara "Büyük alçaklar ve haydut başları..." diye hakaret etmiştir.[1] Bunun üzerine Atatürk, Harbiye Nezareti'ne dilekçe vererek cezalandırılmasını istemiştir. Atatürk, "Osmanlı komutanlarına kimse hakaret edemez..." diyerek karşılık vermiştir. Bu dilekçeyi de gazetelerde yayınlatan Atatürk, Mevlanzade Rıfat'ın en büyük düşmanı durumuna gelmiştir.[2] Mevlanzade Rıfat'ın arası Vahdettin ile çok iyidir. Vahdettin San Remo'ya kaçtıktan sonraki ziyaretçilerinden biri de Mevlanzade Rıfattır. San Remo'ya ilk defa 1922'de bir Yunanlı albayla birlikte gelmiştir. Ankara'ya karşı Yunanistan ile anlaşma teklif etmiştir. Bu görüşmeden sonra Vahdettin Mevlanzade Rıfat'a para vermiştir.[3] Ayrıca Mevlanzade Rıfat Kürt Teali Cemiyeti üyesi, önemli bir bölücü politikacı ve yazardır.[4] Lozan'dan sonra 150likler listesinde ismi olduğundan ülkeyi terk etmiştir daha sonra Hoybun Cemiyeti'nin(kürt-ermeni bölücü çete) kurucuları arasında yer almıştır. Bütün "Vahdettin hain değildir" diyen tarihçilerin ana kaynaklarından bir tanesi, Türk komutanlara hakaret eden, Atatürk düşmanı, bölücü bu hainin dedikleridir.

Yazdıklarının çoğu belgelenememiş ve söylentiden ibarettir. Kendi içinde de sürekli çelişen ve birçok mantık hatası bulunan Mevlanzade Rıfat'ın dediklerini dikkate almak saçmalıktan öte birşey değildir.


Atatürk'ün çok kez Vahdettin ile görüşmüş olması ve Atatürk'e vize vermesi...

Aslında bunlar birşeyi kanıtlamaz. Atatürk, İstanbul'a geçirdiği 6 aylık bir sürede kurtuluş yollarını aramış olduğu kanıtlanmıştır. İlk olarak diplomasi yolunu seçen Atatürk, bunu gerçekleştiremeyince Anadolu'ya geçme planları yapmıştır. Diplomatik olarak iki yol izlemiştir;

1. İstanbul'a geldikten 1 gün sonra İngiliz istihbaratına yakın gazeteci Ward Price ile görüşüp kendisini kısaca "Eğer Anadolu'yu vilayetlere bölecekseniz kabiliyetli yöneticilere ihtiyacınız olacaktır. Ben vali olmaya adayım.." diyerek hem bir yandan İngiliz yanlısı göstermek istemiştir. Ayrıca Vali olarak atandığı zaman ise hem geniş yetkileri olmuş olacaktı hemde atandığı vilayetlerdeki jandarmayı komuta altına almış olabilecekti ama gerçekleşmemiştir.


2. İngiliz dostu gözükmek ve hükümet değişikliğine gidilmesi, kendisinin Harbiye Nazırı(Genelkurmay Başkanı) yapılmasını önermiştir: Bir yandan Minber adında bir gazete çıkartıp, İngiliz yanlısı gözüküp diğer komutanlar gibi Malta'ya sürülmekten kendini korumuştur. Bir yandan da hükümet değişikliğini önermiştir. Genelkurmay Başkanı olması orduyu yönetme yetkisi vereceği için bu yolu seçmiştir ama bu da gerçekleşmemiştir.


Diplomatik yollar tükenince Anadolu'ya geçiş planları yapmıştır ve bu doğrultuda birçok asker arkadaşıyla görüşmüş, yeraltı örgütleriyle irtibata geçmiş (Mim-Mim Grubu) ve cemiyetlerin kurulmasına önayak olmuştur. (Trakya Paşaeli Cemiyeti vb.)


----------------------------------------------


"Vizeyi Atatürk'e Kurtuluş Savaşı'nı başlatsın diye Vahdettin verdi." iddiasını aslında Vahdettin kendi ağzıyla yalanlıyor; Şöyle ki, Vahdettin, 1923'te Mekke'de yayınladığı beyannamede Atatürk'ü, Kurtuluş Savaşı'nı başlatması için seçerek Anadolu'ya göndermediğini, "Mustafa Kemal'i Anadolu'ya gönderen kabineye uydum" diyerek itiraf etmiştir.

Vahdettin'e çok yakın olan Başkatip Ali Fuat Bey de anılarında Vahdettin'in Kurtuluş Savaşı'nı planladığına yönelik en ufak bir bilgi kırıntısına bile yer vermemiştir. Anılarında Vahdettin'le ilgili çok küçük ayrıntılara bile yer veren Ali Fuat Bey'in böyle önemli bir noktayı kaçırması imkansızdır.
Vahdettin'in Atatürk'ü Samsun'a gönderdiği zaten bilinen bir gerçektir bunu kimse yalanlamıyor. Zaten bu gerçeği 1926 yılında bizzat Atatürk, Falih Rıfkı Atay'a açıklamıştır.

Atatürk, Damat Ferit Hükümeti'nin, Padişah Vahdettin'in ve İngilizlerin bilgisi dahilinde hatta "İngiliz vizesiyle" Anadolu'ya geçmiştir. Evet! Atatürk'ü Padişah Vahdettin Anadolu'ya göndermiştir! Burada kilit soru şudur? Peki ama niye göndermiştir?


İngilizlerin İsteği!

İngilizlerin emperyalist emelleri açısından Karadeniz bölgesi ve Kafkaslar çok önemlidir; çünkü Kafkaslardaki doğal kaynakları ve Hindistan ticaret yolunu kontrol etmenin biricik yolu bu bölgeyi kontrol etmektir. Kafkaslara ve Güney Asya'ya açılan bir koridor durumundaki Karadeniz bölgesi ve Karadeniz limanları İngilizleri çok fazla ilgilendirmektedir. Bu nedenle İngilizler, 26 Aralık 1919'da Batum'u işgal etmişler ve o bölgedeki 9. Ordu'nun terhisi ve silahların teslimi işlerinin yavaş gittiği gerekçesiyle bu ordunun komutanı Yakup Şevki Paşa'nın görevinden uzaklaştırılıp, yerine emirleri uygulayacak birinin getirilmesini istemişlerdir.[5]
İstanbul hükümeti hiç zaman kaybetmeden İngilizlerin bu isteğini yerine getirmiştir. İngilizler, Ermenilerin yaşadığı doğudaki altı ille de özel olarak ilgilenmişlerdir; çünkü Mondros Ateşkes Antlaşması'nın 24. maddesine göre bir karışıklık durumunda oralar işgal edilebilecektir.

İngilizler, Mondros Ateşkes Antlaşmasından hemen sonra Kafkaslardan, Doğu illerinden ve Karadeniz'de özellikle Samsun'dan şikayet etmeye başlamışlardır. Mütareke döneminin en huzursuz ve karışık yerlerinden biri Samsun'dur. Bu karışıklığın temel nedeni bölgenin etnik yapısı ve Pontus Rum çetelerinin faaliyetleridir. Rum çetelerine karşı kurulan Türk çetelerinin çatışmaları, mütarekenin başından beri İngilizlerin dikkatini çekmiştir.[6]


İngiliz Calthorpe ve Amet 1918 Kasım sonlarında, "Samsun'da mütareke hükümlerinin henüz uygulanmamış olduğunu ve Hıristiyanları toptan öldürmek için Müslüman ahalinin silahlandırıldığını" iddia etmişlerdir. [5]


İngilizlerin Samsun'a asker çıkarmaları bölge halkının tepkisini çekmiş, 17/18 Mart 1919 gecesi Makineli Tüfek Bölüğü'ne bağlı Teğmen Hamdi Bey, askerleriyle birlikte dağa çıkmıştır.[6]


Teğmen Hamdi Bey'in mücadele etmek için dağa çıkması İngilizler açısından bardağı taşıran son damla olmuş, İngiliz yetkililer, hükümetin bir an önce bölgede asayişi sağlamasını, aksi halde meydana gelecek olayların sonucuna katlanması gerekeceğini belirtmiştir.


İngiliz Yüksek Komiseri Amiral Calthorpe, 21 Nisan 1919'da Osmanlı Harbiye Nazırlığı'na bir nota vermiştir. Notanın içeriği şöyledir:


1 - Erzurum, Erzincan, Bayburt ve Sivas yörelerindeki ordunun terhis ve silahlarının toplanması işi çok yavaş gitmektedir.

2 - Bu yörelerde, Kars'ta olduğu gibi baştan başa şuralar kurulmuştur.
3 - Bu şuralar, ordunun denetimi altında asker toplamaktadır. Bu gelişmeler o bölgede yaşayan halkı rahatsız etmektedir.
4 - Bu gelişmeler, Ermenistan hakkında verilecek karara karşı koymak için İttihatçı-Jön Türklerce örgütlenmektedir.[7]

Bu İngiliz notasının sonunda Amiral Calthorp'e, "Gereken her türlü önlemin derhal alınmasını, ilgililere emir ve talimat verilmesini, yoksa işin ciddiyet kazanacağını" bildirmiştir.[5]


Amiral Calthorpe, Sadrazam Damat Ferit'e gönderdiği resmi yazıyla yetinmemiş, Padişah Vahdettin'le de görüşerek, "Karadeniz'deki karışıkların bastırılması konusunda" ona da kesin uyarılarda bulunmuştur. Calthorpe, Vahdettin'e, "Yüksek yetkiler sahip askeri bir kurulun, başlarında yetenekli bir generalle derhal görev yerine giderek, o bölgedeki 9. Ordu'yu disiplin altına almasını" söylemiştir.[8] (Atatürk'ün yüksek yetkileri olduğu biliniyor.Bu yüksek yetkilerin verilmesini isteyen İngilizler olduğunu burda öğrenmiş oluyoruz.Yani Vahdettin Atatürk'e "Al sana yüksek yetkiler, git milli hareketi başlat" dememiştir. )


O günlerde Osmanlı yönetiminin en çok dikkat ettiği nokta Paris Barış Konferansı'nda Osmanlının aleyhine kullanılabilecek bir durumun oluşmamasıdır. Bu bakımdan özellikle İngilizlerin memnun olması çok önemlidir. Bu amaçla İngilizlerin 21 Nisan tarihli notasına uygun olarak Karadeniz ve Doğu Anadolu bölgelerinde asayişi sağlayacak önlemler alınmalıdır. Zaman kaybetmeden güçlü bir komutan bölgeye gönderilerek, asayiş sağlanmalı ve Paris Barış Konferansı öncesinde İngilizler memnun edilmelidir.


Sadrazam Damat Ferit ve Padişah Vahdettin işte bu düşünceler içinde Atatürk'ü 9. Ordu Müfettişi olarak Anadolu'ya göndermişlerdir.


Atatürk'e verilen görev ve yetkiler şunlardır:


1 - Bölgedeki asayişin düzeltilmesi, asayişsizlik sebeplerinin saptanması.

2 - Silah ve cephanenin biran önce toplattırılıp koruma altına alınması.
3 - Şuralar varsa ve asker topluyorsa, bunun kesinlikle engellenmesi.
4 - Şuraların kapatılması.

Atatürk'e geniş yetkiler verildiği doğrudur. Ancak Vahdettinci yazarların, Vahdettin'in, Atatürk'e bu geniş yetkileri, "gizlice bütün yurtta direnişi örgütlemesi" amacıyla verdiği iddiaları yalandır. Çünkü bu yetkilerin geniş olmasının iki nedeni vardır.


Birincisi, 21 Nisan 1919 tarihli İngiliz notasında sadece Karadeniz bölgesinden değil doğu illerinden de söz edilmektedir. Yani yetkilerin geniş tutulmasının birinci nedeni, doğudan İngiliz notasıdır. İkincisi de bu yetkileri Genelkurmay İkinci Başkanı Kazım İnanç Paşa'yla yaptığı görüşme sonunda bizzat Atatürk genişletmiştir.[7]


Atatürk'e mülki (idari) yetkiler verilmesinin nedeni ise, yine İngiliz notasında belirtilen "şuralara" son verebilmesi içindir. Atatürk'ün, bu sivil örgütlere son verebilmesi için, askerler dışında sivillere de emir verebilmesi gerekir.


Peki ama Vahdettin neden bu görev için Atatürk'ü seçmiştir? Neden Atatürk gönderilmiştir?

Öncelikle Atatürk'ü seçen Vahdettin değildir, kendisinin de bizzat itiraf ettiği gibi, Atatürk'ü hükümet bu göreve getirmiş, Vahdettin sadece bu atamayı onaylamıştır. Vahdettin bu atamayı neden onayladı? sorusuna cevap vermeden önce, Damat Ferit Hükümeti neden bu göreve Atatürk'ü seçti? sorusuna cevap verelim.
Bu konuda Atatürk'ün çabaları belirleyici olmuştur. İşgal İstanbul'unda bulunduğu 6 aylık sürede Atatürk'ün kafasının bir köşesinde hep Anadolu'ya geçerek "direniş" başlatma düşüncesi vardır. Bu amaçla İttihatçı yer altı örgütleriyle temas kurarak "Anadolu'ya gizli geçiş planı" üzerinde çalışmıştır.

Mim Mim Grubu'ndan Topkapılı Cambaz Mehmet, Karakol Cemiyeti'nden Yenibahçeli Şükrü Bey ve Yahya Kaptan gibi kişilerle İstanbul'da gizli görüşmeler yaparak "Gebze Kocaeli yolunun" kontrol edilmesini istemiştir. Yaveri Cevat Abbas Gürer, Atatürk'ün Gebze-Koacaeli yolu üzerinden gizlice Anadolu'ya geçmeyi düşündüğünü, bu konuda her türlü hazırlığı yaptığını belirtmiştir.


Bir taraftan Anadolu'ya "gizli geçiş planı" üzerinde çalışan Atatürk, diğer taraftan güvendiği arkadaşlarıyla Şişli'deki evde görüşmeler yaparak bir "kurtuluş planı" hazırlamıştır. İşte bu görüşmeler sırasında hükümetteki ve genelkurmaydaki nüfuzlu arkadaşlarını devreye sokarak müfettişlik görevini almayı başarmıştır. Şöyle ki, Atatürk yakın arkadaşlarından Ali Fuat Cebesoy'un babası İsmail Fazıl Paşa aracılığıyla Dahiliye Nazırı (İçişleri Bakanı) Mehmet Ali Bey'le tanışmış, ve birkaç kere Şişli'deki evde Mehmet Ali Bey'le görüşüp nabzını yoklamıştır. Daha sonra da Bahriye Nazırı (Denizcilik Bakanı) Avni Paşa'yla diyalog kurmuştur. Sonra da yaveri Cevat Abbas aracılığıyla Harbiye Nazırı Şakir Paşa'yla temas kurmuştur. Ayrıca daha önce değişik cephelerde birlikte mücadele ettiği Genelkurmay İkinci Başkanı Kazım İnanç Paşa'yla irtibata geçmiştir. İşte Atatürk, hükümetteki bu tanıdıklarını kullanarak Damat Ferit'e ulaşmıştır. İngilizlerin hükümete ültimatom verdiği günlerde Damat Ferit, "Acaba Anadolu'ya kimi göndersek?" diye düşünürken devreye giren Mehmet Ali Bey'in, Damat Ferit'e telkinleri sonrasında ve Avni Paşa, Şakir Paşa ve Kazım İnanç Paşa'nın onayıyla, görev Atatürk'e verilmiştir. Ancak Damat Ferit çok temkinlidir, önce Atatürk'le birkaç görüşme yapmış, hatta onu İngilizlere bile sormuş, hükümete ve padişaha bağlılığına kanaat getirince Atatürk'ü 9. Ordu Müfettişliği görevine getirmiştir.


Bu sırada Atatürk, genelkurmaydaki güvendiği arkadaşları Kazım Paşa ve Fevzi Paşa'dan yardım istemiştir.


Örneğin Fevzi Paşa, İngilizlere, bu karışıkları ancak Atatürk'ün önleyebileceği konusunda telkinlerde bulunmuştur.[9]


Osmanlı Ordusu'nun önemli isimlerinden olan ve Samsun'a çıkmadan önce anlaştığı kişilerden biride Ali Rıza Paşa'dır. Gelin şimdi Avlonyalı Cemalletin Paşa'ya kulak verelim: "Mustafa Kemal'i eniştrem Ali Rıza Paşa tanıyordu. Hareket Ordusu ile onun yanında bulunmuştum. Ali Rıza Paşa, Mahmut Şevket Paşa'nın kurmay başkanı idi. Balkan Harbi'ne de girmiş bulunna Ali Rıza Paşa, Mustafa Kemal'i, hareketli, hesaplı bir subay olarak pek beğenirdi. Bu ilk görüşmemiz gecesinde geç vakitlere kadar Mustafa Kemal'in sohbetlerine doyamadık. Bize çok şeyler söyledi. Çok mühim görüşmelerden söz etti. Ona doyamadan ayrıldık. Bu konuşmadan sonra Ali Rıza Paşa'yı gördüm.Bana gizlice bir haber verdi. "Çok mühim söylüyorum, lütfen kimseye bahsetmeyin" dedi. "Mustafa Kemal Paşa, Anadolu'ya geçiyor." Şaşırmıştım. "Nasıl?" dedim, "bir maksatla mı?" "Evet" dedi. "Kendisini tayin ettiriyor; fakat maksadı başka, orada bir direniş cephesi hazırlayacak"....[10]


Yani Atatürk kendisini tayin ettirmiştir...


Atatürk'ün İstanbul'da kaldığı 6 ay boyunca izlediği politikalar ve  "stratejik İngiliz politikası" da buna eklenince, Atatürk'ün Anadolu'ya gönderilmesine İngilizler de itiraz etmemiş, hatta ona vize bile vermişlerdir.


-----------------------------------


 Mustafa Armağan'ın köşesinde yazdığı "Hatt-ı Hümayun"

Mustafa Armağan diyor ki: 14 Eylül 1919 tarihli nüshada,  çeken "Üçüncü Ordu Müfettişi, Yaver-i Hazret-i Şehriyarileri Mustafa Kemal", çekilen kişi "Zat-ı Şahane" yani Sultan Vahdettin, çekildiği yer Havza. Tarih 14 Haziran 1919.
Burada Mustafa Kemal Paşa, son görüşmelerini hatırlatıyor padişaha ve şöyle diyor: "Huzurdayken İzmir'in işgali karşısında "pek mahzun olan" kalbinizin "bu nokta-i necâta ait ilhamatı"nı, yani ülkenin sizin öncülüğünüzde millî mukaddes bir kudretle kurtulacağına dair verdiğiniz ilhamları şu an gibi hatırlıyorum. Sizin benim fikrimi çelmenizden aldığım imanın azmiyle görevime devam ediyorum.İstanbul'da iken milletin bu kadar kuvvetli ve az vakitte felaketlerden bu derece müteyakkız [uyanmış] olduğunu tahayyül edemezdim. Uyanmış olan millet, milletin ve devletin bağımsızlığı ile saltanat ve hilafetin yüce haklarını desteklemek için sağlam bir kararlılık ve imanla donanmış durumda."
Bu kısaltılmış metninden yola çıkarak Mustafa Armağan "milli hareket" emrini Atatürk'e Vahdettin'in verdiğini söylüyor... [11]

Şimdi bu metni deşifre edelim: İlk olarak Atatürk bu telgrafı, 14 Haziran 1919 da çekiyor. Yani Samsun'a ayak bastıktan hemen hemen 1 ay sonra... Görevi neydi? Asayişin düzeltilmesi, silahların toplanması ve şuraların kapatılması... Yola çıkmadan önce Atatürk'ün hilafeti koruyacağına, saltanata bağlı olduğuna dair yemin bile ediyor. Bu telgraf kısaca Vahdettin'e bağlı olduğunu, milletinde hilafete ve saltanata saldırı olduğunun farkında olduğunu söylüyor. 
Mustafa Armağan ne yazmış bir daha okuyalım: "Burada Mustafa Kemal Paşa, son görüşmelerini hatırlatıyor padişaha ve şöyle diyor: Huzurdayken İzmir'in işgali karşısında "pek mahzun olan" kalbinizin "bu nokta-i necâta ait ilhamatı"nı, yani ülkenin sizin öncülüğünüzde millî mukaddes bir kudretle kurtulacağına dair verdiğiniz ilhamları şu an gibi hatırlıyorum. Sizin benim fikrimi çelmenizden aldığım imanın azmiyle görevime devam ediyorum." 
İzmir'in İşgali 15 Mayıs 1919, Atatürk'ün Bandırma Vapuru'na binmesi 16 Mayıs 1919'dur. Burdan anlaşılıyor ki "Mustafa Kemal Paşa, son görüşmelerini hatırlatıyor... " ve " İzmir'in işgali karşısında "pek mahzun olan" kalbinizin.."cümlelerinden yola çıkarak o son görüşmenin 15 Mayıs 1919 da yapılan görüşme olduğunu anlıyoruz. Şimdi gelin 15 Mayıs 1919'da Atatürk ve Vahdettin Yıldız Sarayı'nda yaptığı o konuşmaya bakalım:

"Paşa, Paşa Devleti kurtarabilirsin!"


Atatürk, bu görüşmenin detaylarını 1926 yılında Falih Rıfkı Atay'a anlatmıştır:



Şimdi Atatürk'e kulak verelim: "Yıldız Sarayı'nın ufak bir salonunda Vahdettin'le adeta diz dize denecek kadar yakın oturduk. Sağına dirseğini dayamış olduğu bir masa, üstünde bir kitap var. Salonun Boğaziçi'ne doğru açılan penceresinden gördüğümüz manzara şu: Birbirine paralel hatlar üzerinde düşman zırhlıları! Bordolarındaki toplar sanki Yıldız Sarayı'na doğrulmuş! Manzarayı görmek için başımız sağa sola çevirmek yeterliydi. Vahdettin, unutamayacağım şu sözlerle konuşmaya başladı:
'Paşa, Paşa! Şimdiye kadar devlete çok hizmet ettin. Bunların hepsi artık bu kitaba girmiştir. (Elini demin bahsettiğim kitabın üstüne bastı ve ilave etti.) tarihe geçmiştir.' (O zaman bunun bir tarih kitabı olduğunu anladım. Dikkatle ve sükunla dinliyordum). 'Bunları unutun' dedi. 'Asıl şimdi yapacağın hizmet hepsinden önemli olabilir; Paşa Paşa, devleti kurtarabilirsin!
"[12]


Başka bir açıdan, Vahdettin'in, ağzından dökülen, "Paşa Paşa devleti kurtarabilirsin" cümlesini, "Vahdettin'in Atatürk'ü gizli bir planla Kurtuluş Savaşı'nı başlatması için Anadolu'ya gönderdiği" biçiminde yorumlayanlar da vardır. Evet, aslında Vahdettin'i tanımasak ve Kurtuluş Savaşı sırasında Anadolu'daki Milli hareketi yok etmek için yaptıklarını, ayrıca İngilizlerle nasıl gizlice anlaştığını bilmesek, ben de bu sözleri "Vahdettin'in, Atatürk'ü, Kurtuluş Savaşı'nı başlatması için Anadolu'ya gönderdiği" biçiminde yorumlayabilirdim. Ancak bütün bu gerçekleri bilen biri olarak bu kadar iyi niyetli olamayacağım.


Bu tür iddialarda bulunanlar Atatürk'ün Vahdettin'in bu sözleri hakkındaki yorumunu nedense görmezden gelmişlerdir.


Atatürk'ün, Vahdettin'in bu sözleri hakkındaki yorumunu ve görüşmenin sonraki aşamalarını yine Atatürk'ün anılarından takip edelim:
"Bu son sözlerden hayrete düştüm. Acaba Vahdettin benimle samimi mi konuşuyor? O Vahdettin ki, ecnebi hükümetlerin yüzüncü derece aletleri ile temas arayarak devletini ve saltanatını kurtarmaya çalışıyordu. Bütün yaptıklarından pişman mıydı? Aldatıldığını mı anlamıştı? Fakat böyle bir tahminle başka bahislere girişmeyi tehlikeli buldum. Kendisine basit cevaplar verdim:
'Hakkımdaki teveccüh ve itimada arz-ı teşekkür ederim.Elimden gelen hizmette kusur etmeyeceğime emniyet buyurunuz.'
Söylerken kafamdaki bulmacayı da halletmeye uğraşıyordum. Çok iyi anladığım, veliahtlığında, padişahlığında bütün his ve fikirlerini, eğilimlerini, sahtekarlıklarını tanıdığım adamdan nasıl yüksek ve asil bir hareket bekleyebilirdim?
Memleketi kurtarmak lazımdır. İstersem bunu yapabilirmişim! Nasıl hemen hüküm veririm:
Vahdettin demek istiyordu ki, hiçbir kuvvetimiz yoktur. Tek dayanak noktamız, İstanbul'a hakim olanların siyasetine uymaktır. Benim memuriyetim, onların şikayet ettikleri meseleleri halletmektir. Eğer onları memnun edebilirsem, memleketi ve halkı bu siyasetin doğru olduğuna inandırabilirsem ve bu siyasete karşı gelen Türkleri tutuklarsam Vahdettin'in arzularını yerine getirmiş olacaktım.
'Merak buyurmayın efendimiz! Nokta-i nazar- şahanenizi anladım. İrade-i seniyeniz olursa hemen hareket edeceğim ve bana emir buyurduklarınızı bir an unutmayacağım!
'Muvaffak ol!' hitab-ı şahanesine mazhar olduktan sonra huzurundan çıktım.
Naci Paşa, Padişahın yaveri, fakat benim hocam, derhal benimle buluştu. Elinde ufak muhafaza içinde bir şey tutuyordu. 'Zat-ı Şahane'nin ufak bir hatırası' dedi. Kapağın üzerinde Vahdettin'in inisiyalleri işlenmiş bir saatti. 'Peki, teşekkür ederim' dedim, yaverim aldı.
Sonra sanki Yıldız Sarayı'ndan çıktığımızı ve hareket etmek üzere olduğumuzu gizlemek, saklamak ister gibi ihtiyatla, ayaklarımızın pıtırtısını işittirmekten korkarak saraydan uzaklaştık." [12]


Anlaşılıyor ki Vahdettin'in kurtuluş planı, "düşmana karşı silahlı direniş" değil, "düşmanın merhametine sığınmaktır." Vahdettin, özellikle Paris Barış Konferansı'nın arifesinde, İzmir'deki kanlı olaylardan dolayı Batı kamuoyu da Türkiye'nin lehine dönmüşken, İngilizleri memnun ederek, onların bir dediğini iki etmeyerek İngiliz desteğini arkasına aldığı takdirde işgallerin sona ereceğini ve devletin kurtulacağını düşünmektedir. Yani Vahdettin'e göre "devletin kurtuluşu" İngilizleri memnun etmekle mümkündür. O sırada İngilizleri memnun etmenin biricik yolu ise, İngilizlerin 21 Nisan tarihli notası doğrultusunda Anadolu'daki karışıklıkları önlemektir. Ayrıca Vahdettin tek "kurtuluş planının" İtilaf devletlerine güvenmek olduğunu anılarında açıkça itiraf etmiştir:
"Devlet tehlikede ve İstanbul sallantıda idi. Şahsen müstakil bir siyasetim yoktu, ama kurtuluşumuz için babam Abdülmecit Han'dan miras aldığım İtilaf devletlerine yakınlık politikasını, İngilizlerin zıddına hareket etmemek ve Fransızlarla İngilizleri gücendirmemek şeklinde, uyuşmacı bir siyaseti seçmiştim. Böylelikle anlaşma olmasa bile hiç olmazsa husumetlerini (düşmanlıklarını), şiddet ve nefretlerini azaltmaya çalışıyordum"[13]


Anlaşılıyor ki Atatürk, Vahdettin'e Samsun'a ayak bastıktan sonra "görevimi yerine getiriyorum herhangi bir sorun yok" anlamı taşıyan yani Mustafa Armağan'ın bahsettiği telgrafı yollamıştır.


--------------------------------------------


Vahdettin ile Atatürk'ün "devletin kurtuluşundan" anladıkları çok farklı şeylerdir. Vahdettin'in "devletin kurtuluşu" yöntemi, İngilizleri memnun etmek ve onların desteğini almak biçimindeyken; Atatürk'ün "devletin kurtuluşu" yöntemi, bütün düşmanlara karşı mücadele ederek tam bağımsızlığı elde etmek biçimindedir. Ayrıca, Vahdettin, "devletin kurtuluşu" derken aynı zamanda kendi tahtı ve tacını kastederken, Atatürk, "devletin kurtuluşu" derken, ulusun egemenliğini kastetmektedir. [7]
Atatürk, Samsun'a çıkıp, kafasındaki "kurtuluş planı" doğrultusunda direniş hazırlıklarına başlayınca İngilizler, Sadrazam Damat Ferit ve Padişah Vahdettin'den "Atatürk'ü bir an önce İstanbul'a geri çağırmalarını istemişler", bu doğrultuda hemen harekete geçen Damat Ferit ve Padişah Vahdettin, birkaç defa Atatürk'ü İstanbul'a geri çağırmışlar, ancak Atatürk bütün bu çağrılara olumsuz cevap vererek, gerekirse "sine-i millette bir ferdi mücahit olarak" mücadelesini sürdüreceğini bildirmiş ve istifa etmiştir. Bunun üzerine Padişah Vahdettin, 8 Temmuz 1919'da Atatürk'ün müfettişlik görevine son vermiştir.


--------------------------------


Mustafa Armağan'ın köşesine taşıdığı "Hatt-ı Hümayun" dan devam edelim. Mustafa Armağan'ın yazdığına göre bu telgraf 14 Eylül 1919'da "İrade-i Milliye" gazetesinde yayınlanmış yani bütün millet öğrenmiş. Çok değil 6 gün sonra yani 20 Eylül 1919'de Vahdettin bir Beyanname yayınlıyor. Mustafa Armağan'ın yorumuna göre bağımsızlık isteyen bir Padişahın böyle bir Beyanname yayınlaması çok çelişkili. Beyanname dikkatle okunduğunda Padişah Vahdettin'in "düşmana karşı direnişten" değil, çok yumuşak bir üslupla "düşman karşısında sessiz kalmaktan" söz ettiği görülmektedir. İşgallere üzüldüğünü, devlet ve milletin haklarını korumak için çaba harcamanın doğal olduğunu belirten Vahdettin, sözü döndürüp dolaştırıp, Milli hareketin gereksizliğine getirmiş; Avrupa kamuoyunun lehimize döndüğünü, Mebusan meclisi seçimlerinin zamanında yapılabilmesi ve barış konferansından olumlu bir sonuç alınabilmesi için "Milletin her ferdinden bu günkü durumun nezaketini takdir ederek sessizlik ve soğukkanlılığını korumasını, kanunların hükümlerine ve hükümetin emirlerine uymasını, düzen ve asayişi bozacak hareketlerden sakınmasını" istemiştir. Padişah Vahdettin'in beyannamesinin sonundaki şu cümle onun politikasını özetlemektedir: "Büyük devletlerin adalet ve insaf duyguları ile gerçekleri gittikçe anlayan Avrupa ve Amerika kamuoyunun yumuşaması da bu umudumu belgelendirmektedir."
Görüldüğü gibi Padişah Vahdettin'in umudu, halkın sessizlik içinde büyük devletlerin "adalet" ve "insaf" duygularına güvenmesidir.


Vahdettin'in Milli hareket karşıtı bu beyannamesinin halkı olumsuz etkilememesi için harekete geçen Atatürk, bazı tedbirler almıştır. Fakat Atatürk'ün bütün tedbirlerine karşın padişahın beyannamesi bazı yerlere ulaşmıştır.[7]


-----------------------------------------------


Ayrıca hatırlatma olsun diye İngilizlerle yapılan gizli antlaşmayı da ekleyeyim; Damat Ferit, >8 Eylül 1919<’da “Türkiye’yi kontrol etmelerini istedikleri İngilizlere” Padişahın daha cazip bir teklifini sunmuştur. İngilizler bu teklifi kabul etmişler ve Damat Ferit, Padişah Vahdettin’in temsilcisi sıfatıyla İngilizlerle 12 Eylül 1919’da bir “gizli antlaşma” imzalamıştır. Atatürk bu “Türk-İngiliz Gizli Antlaşması” hakkında Nutuk’ta şu bilgileri vermiştir:
12 Eylül 1919’da Sadrazam Damat Ferit ile İngiliz temsilcisi arasında imzalandığı ve az sonra padişahça onaylandığı ileri sürülen bir gizli antlaşma, Fransızlarca ele geçirilip yayınlanmıştır. Bu belgenin gerçekten var olup olmadığı üzerinde çok tartışılmıştır, ancak o sırada duruma ve hem İngilizlerin, hem de padişahın istek ve düşüncelerine çok uygun olduğu ve bunların kâğıt üzerine dökülmesinden ibaret bulunduğu için gerçek durumun bir ifadesi sayılabilir. Türlü yerlerde yayınlanmış olan ‘antlaşmanın’ metni aşağıda görülecektir. Bu ilk olarak 22 Ocak 1920 günü The New York Gerald Tribune adlı Amerikan gazetesinde çıkmıştır. Daha sonra Ankara Antlaşması adını taşıyan ve 20 Ekim 1921’de imzalanan Türk Fransız antlaşmasının imzalayıcısı, Fransa Mebusan Meclisi’nin Dışişleri Komisyonu sözcüsü Franklin Bouillon, bu belgeyi kendisinin elde etmiş olduğunu, ancak bir Amerikan gazetesinde yayımlanmasının daha etkili olacağını düşündüğünden onu anılan gazeteye verdiğini bizlere söylemiştir ve olayın kesin olarak doğruluğu üzerinde direnmiştir. 12 Eylül 1919 günlü olan metin şöyledir:
1. İngiltere Hükümeti, kendi kumandası altında Türkiye’nin bütünlüğünü ve bağımsızlığını garanti eder.
2. İstanbul, Hilafet ve saltanat merkezi olacak ve Boğazlar İngiltere’nin kontrolüne bırakılacaktır.
3. Türkiye bağımsız bir Kürdistan kurulmasına engel olmayacaktır.
4. Bunlara karşılık Türkiye İngiltere’nin Suriye ve El cezire hâkimiyetini sağlayacak ve hilafete ait manevi kudret ve yetkinin İngiltere’nin lehinde gerek Suriye bölgesinde ve gerekse Müslümanların yaşadığı diğer yerlerde egemen kılınmasını vaat eder.
5. Milli akımların önüne geçebilmek için Türkiye’de yeniden kurulacak olan Meşruti yönetime karşı meydana gelecek olumsuzlukları etkisiz hale getirmek için İngiltere Hükümeti bir zabıta teşkilatı kuracaktır.
6. Türkiye, Mısır ve Kıbrıs üzerindeki bütün haklarından vazgeçerek, özel ve resmi niteliği olan İngiltere Hükümeti konferansta, Türk temsilcilerinin bu yöndeki arzularını kabul edecektir.
7. Barış şartlarının tekrarından sonra padişah, dördüncü maddedeki özelliği konuşmak için İngiltere Hükümeti’yle ayrıca bir sözleşme imzalayacaktır. Bu sözleşmenin maddeleri gizli tutulacaktır. 
İşbu sözleşme iki nüsha olarak düzenlenip imzalayanlarca kabul edilmiştir.” 

--------------------------------------

Devam edelim, ilerleyen günlerde Atatürk kafasındaki "kurtuluş planı" doğrultusunda direniş hazırlıklarına başlayınca İngilizler, Sadrazam Damat Ferit ve Padişah Vahdettin'den "Atatürk'ü bir an önce İstanbul'a geri çağırmalarını istemişler", bu doğrultuda hemen harekete geçen Damat Ferit ve Padişah Vahdettin, birkaç defa Atatürk'ü İstanbul'a geri çağırmışlar, ancak Atatürk bütün bu çağrılara olumsuz cevap vermiştir. Bunun üzerine Sivas Kongresi sonrası 30 Eylül 1919'da Damat Ferit Paşa Hükümeti istifa ettirilerek, yerine 2 Ekim 1919'da Ali Rıza Paşa Hükümeti kurdurulmuştur. Yukarda da yazmıştım, Ali Rıza Paşa Atatürk'ün yakın arkadaşı ve Atatürk'ün "milli hareket" başlatacağını biliyor. Ali Rıza Paşa Hükümeti 6 ay kadar iktidar kalabiliyor. Atatürk bu 6 ay boyunca hükümeti telgraf yağmuruna tutuyor ve sürekli isteklerde bulunuyor. Hatta 20-22 Ekim 1919'da Bahriye Nazırı Salih Paşa, Atatürk ile görüşmek için Anadolu'ya gönderiliyor ve bazı kararlar alınıyor. Ancak Ali Rıza Paşa Hükümeti 3 Mart 1920'de istifa etmek zorunda kalıyor ve yerine kısmen" milli hareketi" destekleyen Salih Paşa Hükümeti kuruluyor ama 1 ay sonra o hükümette istifa ettiriliyor.
Atatürk bu 7 ay boyunca önceden anlaştığı kişiler hükümet kurduğu için az biraz nefes alabiliyor ama Vahdettin yine ne yapıp ne edip yine 4 Nisan'da "katıksız İngilizci" olan Damat Ferit Hükümetini kurdurtuyor.


Damat Ferit'in ikinci kez sadrazamlığa getirilmesine karşı çıkan Meclisi Mebusan Başkanı Hüseyin Kazım Bey'in, bunun memleket ve saltanat için felaket olacağını söylemesi üzerine Vahdettin sinirlenerek, "Ben istersem Rum Patriği'ni de Ermeni Patriğini de getiririm. Hahambaşı'nı da getiririm" demiştir.

Yani Vahdettin bilerek, isteyerek hain Damat Ferit'i sadrazamlık makamına getirmiştir.

Vahdettin eğer gerçekten Anadolu'daki Milli hareketten yana olsaydı, tam 5 kere "vatan haini" Damat Ferit'i sadrazamlığa getirir miydi?
Yani Vahdettin bilerek, isteyerek hain Damat Ferit'i sadrazamlık makamına getirmiştir.

----------------------------------------------

Atatürk, Vahdettin'i Anadolu'ya Davet Ediyor:

İşin bir garip tarafı da şurada; Atatürk, 1920 yılının başlarında Mazhar Müfit Bey aracılığıyla Padişah Vahdettin’i açıkça Anadolu’ya davet etmiştir. Padişahla görüşen Mazhar Müfit Bey, “Efendimizin Anadolu’ya, hatta Bursa’ya kadar teşrifleriyle mesele hallolur...” diyerek Padişahı Anadolu’ya çağırmıştır. Bu çağrıya, “Bana ulu ecdadımın başkentinden firar mı teklif ediyorsunuz?” diye bir soruyla cevap veren Vahdettin’e Mazhar Müfit Bey, “Hayır! Milletin ve vatanın bu sıkışık ve zor zamanında ulu ecdadınız gibi milletin başına geçmenizi teklif ediyorum” demiştir. [14]


Yorumu sizlere bırakıyorum...


-----------------------------------


Fevzi Çakmak'ın, hanımı Fitnat Çakmak'a anlattıkları...



Araştırmacı-Yazar Vehbi Vakkasoğlu, TİMAŞ Yayınlarından 1990 yılında neşredilen “Son Bozgun” adlı araştırmasının birinci cildinde, Mareşal Fevzi Çakmak’ın ağzından Vahdettin’in Mustafa Kemal Paşa’yı Anadolu’ya milli mücadeleyi başlatması için gönderdiğini yazar. Hatta Mareşal’in bu olayı uzun yıllar sır gibi sakladığını söyler. Kitapta yer aldığına göre Çakmak Paşa, eşi Fitnat Hanım’a ´Fitnat. Öyle birşey biliyorum ki ortaya çıkıp söylememe bugüne kadarki tutumumuz ve davranışlarımız müsait değil. Mecburum, bu sırrı kendimle beraber mezara götürmeğe.” Fevzi Paşa’nın Fitnat Hanım’a anlattıkları şöyle yer alır sözkonusu kitapta: “Mütareke senesinde, bir Cuma selamlığından sonra Sultan Vahdettin beni huzuruna kabul etti. “Paşa, dedi. Durumu görüyorsunuz. Bu işler anca Anadolu’da teşkilatlanarak kurtarılabilir. Bana Anadolu’da teşkilat kuracak, memleketi şu karanlık durumdan kurtarabilecek Paşaların bir listesini yapıp getirin.” Ertesi Cuma, yine selamlıktan sonra huzuruna girip hazırladığım listeyi verdim. Dikkatle okuduktan sonra, bir müddet sustu. Sonra yarı kapalı gözleriyle ağır ağır, tane tane konuşmaya başladı:
“Paşa, Mustafa Kemal Paşa hırsız mıdır?”
“Haşa Padişahım.”
“Bir namussuzluğu, ahlaksızlığı var mıdır?”
“Haşa Padişahım.”
“Beceriksiz ve kabiliyetsiz midir?”
“Hayır efendim. O hepimizden bilgili, kabiliyetli ve dinamiktir.”
“O halde bu listeye niçin onun adını yazmadınız?..” Hiç düşünmeden cevap verdim: “Padişahım, Mustafa Kemal Paşa yenilik, bilhassa öteden beri Cumhuriyet taraftarıdır.” Padişah elindeki kağıdı atar gibi masanın üzerine bıraktı… Ayağa kalkıp pencereye döndü. Limanda demirli İtilaf devletleri (İngiliz, Fransız, İtalyan, Yunan) gemilerini göstererek: “Paşa, Paşa… Bu gemileri görmek kanıma dokunuyor. Bu memleket kurtulsun da isterse Cumhuriyet olsun… Kendine selamla birlikte tebliğ ediniz, haftaya Cuma günü Mustafa Kemal Paşa’yı göreceğim.”

Şimdi asıl soru şu: Vehbi Bey bunu nerden öğrendi?
Fevzi Çakmak'ın anılarında böyle bir olay yok. Fitnat Hanım mı anlatmış? Hayır... Fevzi Çakmak ve eşi bu konuyu konuşurken kulak misafiri mi olmuş? İmkansız... İyi de bunu nerden öğrenmiş.. Belgesi var mı bunun? Yok.. Yani? Yalan..



Kısaca;

1. "Paşa, Paşa devleti kurtarabilirsin..."
2. Fevzi Çakmak'ın, hanımı Fitnat Çakmak'a anlattıkları...
3. Mustafa Armağan'ın köşesinde yazdığı "Hatt-ı Hümayun"...
4. Vahdettin'in Atatürk'e geniş yetkiler vermesi...
5. Atatürk'ün çok kez Vahdettin ile görüşmüş olması ve Atatürk'e vize vermesi...
6. Mevlanzade Rıfat'ın kitabında yazdıkları...

Bunların bir kısmı yalan, bir kısmı çarpıtılmış ve bir kısmı da uydurulmuş olaylardır...


NOT: furkan türk ADLI KULLANICI YORUMLARINI KENDİ SİLMİŞTİR. "Bu yorum yazar tarafından silindi." UYARISI YAZARIN KENDİ YORUMLARINI SİLDİĞİ İÇİN OTOMATİK YAZILMIŞTIR.


[1] Mevlanzade Rıfat , Türkiye İnkilabı'nın İçyüzü
[2] Yeni Gün, Vakit, Alemdar gazeteleri , 25 Mart 1919
[3] Tarık Mümtaz Göztepe , Vahdettin Gurbet Cehenneminde
[4] Uğur Mumcu , Kürt-İslam Ayaklanması
[5] Gotthard Jaeschke , Kurtuluş Savaşı ile İlgili İngiliz Belgeleri
[6] Sabahattin Selek , Anadolu İhtilali
[7] Sinan Meydan , Cumhuriyet Tarihi Yalanları
[8] Osman Ozsoy , Kurtuluş Savaşı'nın Perde Arkası
[9] Akın Gazetesi
[10] Avlonyalı Cemalettin Paşa'nın Hatıraları
[11] Mustafa Armağan, Zaman Gazetesi
[12] Atay , Atatürk'ün Bana Anlattıkları
[13] Doğan Avcıoğlu , Türkiye'nin Düzeni
[14] FO 371/9118/E, 172 Colonial Office'ten Foreign Office'e