22 Eylül 2012 Cumartesi

Atatürk Türk müdür? ve Atatürk Mason mudur?

Öncelikle Atatürk sapına kadar Türk'tür. Atatürk'e saldıran insanlar hep şu malzemeyi kullanırlar: "Sarışın mavi gözlü Türk mü olur?"... Evet olur.. Osman Bey'in oğlu, Orhan Bey sarışın, mavi gözlü ve Türk oğlu Türk'tür..

Atatürk'ün soyu hakkındaki bilinmezliklerden bahsederler ama Atatürk'ün tek bilinmezi vardır o da hangi yıl doğduğudur. Atatürk'ün soyu hakkın bilgi edinmek için Doç. Dr. Ali Güler'in "Atatürk'ün Soyu" veya Sinan Meydan'ın "Atatürk ile Allah Arasında" adlı kitaplara bakabilirler.

Atatürk baba soyu olarak Aydın civarı, anne soyu olarak Konya Karaman kökenli bir aileden gelmektedir. Atatürk'ün dedeleri Sofuzade Feyzullah Efendi ve Kırmızı Ahmet Efendidir. 15. yüzyılda Osmanlı'nın iskan siyaseti (Türkleştirme) gereği balkanlara yerleştirilmişlerdir. Atatürk burada Selanik'te dünyaya gelmiştir. Atatürk'ün ana-baba soyu "Evlad-ı Fatihan" olarak bilinen yedi göbek Türklerindendir. Tekrar cevap vermek gerekirse "Evet, Atatürk Türktür"...

Peki Atatürk Sebatayist midir?

Bunla ilgili hiçbir belge veya kaynak yoktur. Yedi göbek Türklerden olan birisinin Sebatayist yani Yahudi ama Müslüman gibi gözüken birisi olması saçmadır. Atatürk'e saldıran soysuzlar Sebatayist olan Şemsi Efendi'nin okuluna gitti diyerek onu Sebatayist göstermeye çalışmaktadırlar.
Atatürk Şemsi Efendi İlkokulu'na giderken daha 9 yaşındadır. Ayrıca bu okul Osmanlı'nın en iyi okullarından birisidir. Pozitif bilimlere ağırlık veren nadir okullardandır. Fakat babası vefat edince okulu bırakmak zorunda kalmıştır. Daha sonra dayısı Hüseyin Ağa onu yine pozitif bilim ağırlıklı okul olan bir Hıristiyan mektebine yazdırır ama Atatürk "Ben gavur olamam, orada okuyamam" diyerek orada okumak istemez. Sonra Selanik'e halasının yanına gönderilir. Halası katı bir insandır ve sürekli Atatürk'ü birşeyler alabilmesi için çarşıya göndermektedir. Atatürk, dayısının yanına gelerek "Siz beni uşak mı verdiniz halama!" diyerek sitemini belirtir. Atatürk bu olaylardan sonra kendi isteğiyle Askeri Rüştiye sınavlarına girer ve 1894 yılında yani 13 yaşında Askeri Rüştiye'ye başlar. 11 yıl boyunca Osmanlı'nın askerlerine verdiği eğitimle büyüyen Atatürk, 24 yaşında 8.sırada Teğmen olarak okulunu bitirir.

Kısaca 8-9 yaşınlarında bir çocuk, Sebatayist bir kişinin açtığı okula gitti diye Sebatayist olmaz. Sırf bu yüzden Atatürk'e sebatayist diyeceksek, 13 yaşından itibaren 11 yıl boyunca Osmanlı eğitimiyle büyüyen bir kişiye ne dememiz lazım?

Atatürk Mason mu?

Atatürk'ün mason olduğuna dair hiç bir belge bulunmadığını "Türkiye Büyük Locası" 33. derece büyük üstadı olan Remzi Sanver açıklamıştır.
Bir kişinin mason olduğunu söyleyebilmek için iki şeye ihtiyaç vardır diyor Remzi Sanver, birincisi; bir locanın kayıt defterinde ismi geçmesi, ikincisi; localar kendi toplantılarını yaptıktan sonra şu oldu, bu oldu diye özetledikleri defterlerde isminin geçmiş olması gerekmektedir. Bu iki belgede de Mustafa Kemal'in adı geçmemektedir. Ama mason tarihini yazan tarihçiler yada mason tarihçileri Atatürk'ü "mason olarak kabul ederler". Bunun sebebi, Selanik'in o zaman ki yapısı ve "İttiat ve Terakki Partisi"'nde bulunmasıdır. Atatürk'ün mason olduğuyla ilgili hiçbir belge veya kayıt yoktur. V.Murad'dan Alman İmparator Wilhem'e, ABD başkanı Washington'dan Roosvelt'e kadar mason bildiğimiz her kişinin mason olduğuyla ilgili belgeler mevcutken Atatürk için bunu söyleyemeyiz.

15 Eylül 2012 Cumartesi

"Atatürk'ün Sansürlenen Mektubu" Komedisi....



Okunduğu üzere Atatürk, "Arabistan yarımadasının kumsal çöllerinden; (Ikre, Bismi, Rabbi) safsatasını esas tutmuş olan Araplar, uygar dünyada, bilhassa Türk zengin uygar bölgelerinde bu ilkel ve cahiliyet devrinin simgesi olan ilkeye dayanarak yapmadıkları tahrifat kalmamıştır. Bu zihniyetle hareket edenler İslam'dan önce evrensel Türk uygarlığının bütün belgelerini imha etmekte engel görmediler.
Yazacağınız İslam tarihinin de bu doğrultuda toplayabileceğiniz belgelere dayanarak açıklanmasını önemli görürüm." diye yazmış. Açıkça söyleyebilirim ki bir müslüman olarak altına imzamı atıyorum.

Bu yazıdan "Atatürk, Kuran'a -safsata- demiş" çıkarımını yapıyorsanız "safsata" yapmış oluyorsunuz. Size bol bol kitap okumanızı öneririm.

Anlayamayanların olacağını varsayarak yavaş yavaş, tane tane anlatmaya başlayacağım ve konuya "Atatürk'ün Kuran'a -safsata- dediğini" varsayarak kişinin "safsata" kelimesinin ne anlama geldiğini bilmediğini düşünerek mantık hatasını ortaya çıkaracağım. ( "Safsata" kelimesinin ne anlama geldiğini bilmiyorsun tamam da, okuduğunu da anlamıyorsun arkadaş!)

"Atatürk'ün Kuran'a -safsata- demiş" olduğunu düşünerek açıklamaya başlıyorum;
"... (Ikre, Bismi, Rabbi) safsatasını esas tutmuş olan Araplar..." bu cümleden Arapların sonradan Müslüman olduğunu yada Kuran'ı sonradan esas tutmuş olduğunu anlıyoruz.

"...Arapların... bu ilkel ve -cahiliyet devrinin- simgesi olan ilkeye dayanarak yapmadıkları tahrifat kalmamıştır..." cümlesinde geçen "cahiliyet devri" terimi, İslam öncesi devirleri anlatmak için kullanılır. Yine cümlede geçen "ilke" kelimesinin "Ikre, Bismi, Rabbi"(Kuran) olduğunu anlıyoruz. Sorun şurada, "cahiliyet devri" İslam öncesi devri anlatmak için kullanılıyorsa, nasıl oluyorda Kuran cahiliyet devri simgesi olabiliyor. "Safsata" kelimesinin anlamını bilmeyen bir kişi bile Atatürk'ün böyle bir hata yapmayacağını bilir ve burada bir mantık hatasının olduğunun anlar.

Ben ne anladım onu anlatayım size; ilk başta "Safsata" kelimesi ne anlama geliyor ona bir bakalım.
Safsata kelimesinin Osmanlı Türkçesinde ki karşılığı "Kıyas-ı Batıl"dır. Yani "görünüşte doğru, hakikatte yanlış"...
Safsata kelimesinin Türkiye Türkçesindeki anlamı "bir düşünceyi anlamaya çalışırken yapılan yanlış çıkarsamadır"... Yani kısaca "yanlış anlama"dır.

Şimdi cümleyi "safsata" kelimesinin yerine anlamını koyarak ve cümleyi ona göre düzenleyerek yazalım:
"Yaradan Rabbinin Adıyla Oku" ayetini "yanlış anlayan" Araplar, uygar dünyada, bilhassa Türk zengin uygar bölgelerinde bu ilkel ve cahiliyet devrinin simgesi olan ilkeye dayanarak yapmadıkları tahrifat kalmamıştır...". Umarım şimdi anlaşılmıştır.

Yani Atatürk, Arapların "Ikre, Bismi, Rabbi" ayetini yanlış anladıklarını ve müslüman olmayan halkların belgelerini(özellikle Türklerin) yada İslam öncesi uygarlıkların(Mısır vb) belgelerini imha etmekten çekinmedilerini yazmıştır ve bu anlayışın "cahiliyet devri"ne ait bir anlayış olduğunu vurgulamıştır.

Ama bu yazı bir şekilde döndürülüp çevrilip Atatürk'ün karşısına dikilmiştir ve yıkılmaya muhtaçtır.



Atatürk'ü Vahdettin Yollamış Yalanı ve Mustafa Armağan'a "Hatt-ı Hümayun" Yanıtı

"Vahdettin'in Atatürk'ü Anadolu'ya milli hareketi başlatsın diye gönderdi." iddiasında bulunan kişilerin kaynak veya belge olarak gösterdiklerini bir sıralayalım:

1. "Paşa, Paşa devleti kurtarabilirsin..."

2. Fevzi Çakmak'ın, hanımı Fitnat Çakmak'a anlattıkları...
3. Mustafa Armağan'ın köşesinde yazdığı "Hatt-ı Hümayun"...
4. Vahdettin'in Atatürk'e geniş yetkiler vermesi...
5. Atatürk'ün çok kez Vahdettin ile görüşmüş olması ve Atatürk'e vize vermesi...
6. Mevlanzade Rıfat'ın kitabında yazdıkları...

Mevlanzade Rıfat'ın Yazdıkları:

Aslında herşey Mevlanzade Rıfat'ın dedikleriyle başlıyor. 1929 yılında çıkarmış olduğu kitapta Atatürk'ü Vahdettin'in Anadolu'ya gönderdiğini, Kurtuluş Savaşı'nı Vahdettin'in başlattığını söylüyor. Hatta daha da ileri giderek Vahdettin'i "kahraman" ilan ediyor.
İsterseniz Mevlanzade Rıfat kimdir bi ona bakalım; Mevlanzade Rıfat Efendi dediğimiz kişi, Osmanlı komutanlarına küfreden bir insandır. I.Dünya Savaşına katılan komutanlara "Büyük alçaklar ve haydut başları..." diye hakaret etmiştir.[1] Bunun üzerine Atatürk, Harbiye Nezareti'ne dilekçe vererek cezalandırılmasını istemiştir. Atatürk, "Osmanlı komutanlarına kimse hakaret edemez..." diyerek karşılık vermiştir. Bu dilekçeyi de gazetelerde yayınlatan Atatürk, Mevlanzade Rıfat'ın en büyük düşmanı durumuna gelmiştir.[2] Mevlanzade Rıfat'ın arası Vahdettin ile çok iyidir. Vahdettin San Remo'ya kaçtıktan sonraki ziyaretçilerinden biri de Mevlanzade Rıfattır. San Remo'ya ilk defa 1922'de bir Yunanlı albayla birlikte gelmiştir. Ankara'ya karşı Yunanistan ile anlaşma teklif etmiştir. Bu görüşmeden sonra Vahdettin Mevlanzade Rıfat'a para vermiştir.[3] Ayrıca Mevlanzade Rıfat Kürt Teali Cemiyeti üyesi, önemli bir bölücü politikacı ve yazardır.[4] Lozan'dan sonra 150likler listesinde ismi olduğundan ülkeyi terk etmiştir daha sonra Hoybun Cemiyeti'nin(kürt-ermeni bölücü çete) kurucuları arasında yer almıştır. Bütün "Vahdettin hain değildir" diyen tarihçilerin ana kaynaklarından bir tanesi, Türk komutanlara hakaret eden, Atatürk düşmanı, bölücü bu hainin dedikleridir.

Yazdıklarının çoğu belgelenememiş ve söylentiden ibarettir. Kendi içinde de sürekli çelişen ve birçok mantık hatası bulunan Mevlanzade Rıfat'ın dediklerini dikkate almak saçmalıktan öte birşey değildir.


Atatürk'ün çok kez Vahdettin ile görüşmüş olması ve Atatürk'e vize vermesi...

Aslında bunlar birşeyi kanıtlamaz. Atatürk, İstanbul'a geçirdiği 6 aylık bir sürede kurtuluş yollarını aramış olduğu kanıtlanmıştır. İlk olarak diplomasi yolunu seçen Atatürk, bunu gerçekleştiremeyince Anadolu'ya geçme planları yapmıştır. Diplomatik olarak iki yol izlemiştir;

1. İstanbul'a geldikten 1 gün sonra İngiliz istihbaratına yakın gazeteci Ward Price ile görüşüp kendisini kısaca "Eğer Anadolu'yu vilayetlere bölecekseniz kabiliyetli yöneticilere ihtiyacınız olacaktır. Ben vali olmaya adayım.." diyerek hem bir yandan İngiliz yanlısı göstermek istemiştir. Ayrıca Vali olarak atandığı zaman ise hem geniş yetkileri olmuş olacaktı hemde atandığı vilayetlerdeki jandarmayı komuta altına almış olabilecekti ama gerçekleşmemiştir.


2. İngiliz dostu gözükmek ve hükümet değişikliğine gidilmesi, kendisinin Harbiye Nazırı(Genelkurmay Başkanı) yapılmasını önermiştir: Bir yandan Minber adında bir gazete çıkartıp, İngiliz yanlısı gözüküp diğer komutanlar gibi Malta'ya sürülmekten kendini korumuştur. Bir yandan da hükümet değişikliğini önermiştir. Genelkurmay Başkanı olması orduyu yönetme yetkisi vereceği için bu yolu seçmiştir ama bu da gerçekleşmemiştir.


Diplomatik yollar tükenince Anadolu'ya geçiş planları yapmıştır ve bu doğrultuda birçok asker arkadaşıyla görüşmüş, yeraltı örgütleriyle irtibata geçmiş (Mim-Mim Grubu) ve cemiyetlerin kurulmasına önayak olmuştur. (Trakya Paşaeli Cemiyeti vb.)


----------------------------------------------


"Vizeyi Atatürk'e Kurtuluş Savaşı'nı başlatsın diye Vahdettin verdi." iddiasını aslında Vahdettin kendi ağzıyla yalanlıyor; Şöyle ki, Vahdettin, 1923'te Mekke'de yayınladığı beyannamede Atatürk'ü, Kurtuluş Savaşı'nı başlatması için seçerek Anadolu'ya göndermediğini, "Mustafa Kemal'i Anadolu'ya gönderen kabineye uydum" diyerek itiraf etmiştir.

Vahdettin'e çok yakın olan Başkatip Ali Fuat Bey de anılarında Vahdettin'in Kurtuluş Savaşı'nı planladığına yönelik en ufak bir bilgi kırıntısına bile yer vermemiştir. Anılarında Vahdettin'le ilgili çok küçük ayrıntılara bile yer veren Ali Fuat Bey'in böyle önemli bir noktayı kaçırması imkansızdır.
Vahdettin'in Atatürk'ü Samsun'a gönderdiği zaten bilinen bir gerçektir bunu kimse yalanlamıyor. Zaten bu gerçeği 1926 yılında bizzat Atatürk, Falih Rıfkı Atay'a açıklamıştır.

Atatürk, Damat Ferit Hükümeti'nin, Padişah Vahdettin'in ve İngilizlerin bilgisi dahilinde hatta "İngiliz vizesiyle" Anadolu'ya geçmiştir. Evet! Atatürk'ü Padişah Vahdettin Anadolu'ya göndermiştir! Burada kilit soru şudur? Peki ama niye göndermiştir?


İngilizlerin İsteği!

İngilizlerin emperyalist emelleri açısından Karadeniz bölgesi ve Kafkaslar çok önemlidir; çünkü Kafkaslardaki doğal kaynakları ve Hindistan ticaret yolunu kontrol etmenin biricik yolu bu bölgeyi kontrol etmektir. Kafkaslara ve Güney Asya'ya açılan bir koridor durumundaki Karadeniz bölgesi ve Karadeniz limanları İngilizleri çok fazla ilgilendirmektedir. Bu nedenle İngilizler, 26 Aralık 1919'da Batum'u işgal etmişler ve o bölgedeki 9. Ordu'nun terhisi ve silahların teslimi işlerinin yavaş gittiği gerekçesiyle bu ordunun komutanı Yakup Şevki Paşa'nın görevinden uzaklaştırılıp, yerine emirleri uygulayacak birinin getirilmesini istemişlerdir.[5]
İstanbul hükümeti hiç zaman kaybetmeden İngilizlerin bu isteğini yerine getirmiştir. İngilizler, Ermenilerin yaşadığı doğudaki altı ille de özel olarak ilgilenmişlerdir; çünkü Mondros Ateşkes Antlaşması'nın 24. maddesine göre bir karışıklık durumunda oralar işgal edilebilecektir.

İngilizler, Mondros Ateşkes Antlaşmasından hemen sonra Kafkaslardan, Doğu illerinden ve Karadeniz'de özellikle Samsun'dan şikayet etmeye başlamışlardır. Mütareke döneminin en huzursuz ve karışık yerlerinden biri Samsun'dur. Bu karışıklığın temel nedeni bölgenin etnik yapısı ve Pontus Rum çetelerinin faaliyetleridir. Rum çetelerine karşı kurulan Türk çetelerinin çatışmaları, mütarekenin başından beri İngilizlerin dikkatini çekmiştir.[6]


İngiliz Calthorpe ve Amet 1918 Kasım sonlarında, "Samsun'da mütareke hükümlerinin henüz uygulanmamış olduğunu ve Hıristiyanları toptan öldürmek için Müslüman ahalinin silahlandırıldığını" iddia etmişlerdir. [5]


İngilizlerin Samsun'a asker çıkarmaları bölge halkının tepkisini çekmiş, 17/18 Mart 1919 gecesi Makineli Tüfek Bölüğü'ne bağlı Teğmen Hamdi Bey, askerleriyle birlikte dağa çıkmıştır.[6]


Teğmen Hamdi Bey'in mücadele etmek için dağa çıkması İngilizler açısından bardağı taşıran son damla olmuş, İngiliz yetkililer, hükümetin bir an önce bölgede asayişi sağlamasını, aksi halde meydana gelecek olayların sonucuna katlanması gerekeceğini belirtmiştir.


İngiliz Yüksek Komiseri Amiral Calthorpe, 21 Nisan 1919'da Osmanlı Harbiye Nazırlığı'na bir nota vermiştir. Notanın içeriği şöyledir:


1 - Erzurum, Erzincan, Bayburt ve Sivas yörelerindeki ordunun terhis ve silahlarının toplanması işi çok yavaş gitmektedir.

2 - Bu yörelerde, Kars'ta olduğu gibi baştan başa şuralar kurulmuştur.
3 - Bu şuralar, ordunun denetimi altında asker toplamaktadır. Bu gelişmeler o bölgede yaşayan halkı rahatsız etmektedir.
4 - Bu gelişmeler, Ermenistan hakkında verilecek karara karşı koymak için İttihatçı-Jön Türklerce örgütlenmektedir.[7]

Bu İngiliz notasının sonunda Amiral Calthorp'e, "Gereken her türlü önlemin derhal alınmasını, ilgililere emir ve talimat verilmesini, yoksa işin ciddiyet kazanacağını" bildirmiştir.[5]


Amiral Calthorpe, Sadrazam Damat Ferit'e gönderdiği resmi yazıyla yetinmemiş, Padişah Vahdettin'le de görüşerek, "Karadeniz'deki karışıkların bastırılması konusunda" ona da kesin uyarılarda bulunmuştur. Calthorpe, Vahdettin'e, "Yüksek yetkiler sahip askeri bir kurulun, başlarında yetenekli bir generalle derhal görev yerine giderek, o bölgedeki 9. Ordu'yu disiplin altına almasını" söylemiştir.[8] (Atatürk'ün yüksek yetkileri olduğu biliniyor.Bu yüksek yetkilerin verilmesini isteyen İngilizler olduğunu burda öğrenmiş oluyoruz.Yani Vahdettin Atatürk'e "Al sana yüksek yetkiler, git milli hareketi başlat" dememiştir. )


O günlerde Osmanlı yönetiminin en çok dikkat ettiği nokta Paris Barış Konferansı'nda Osmanlının aleyhine kullanılabilecek bir durumun oluşmamasıdır. Bu bakımdan özellikle İngilizlerin memnun olması çok önemlidir. Bu amaçla İngilizlerin 21 Nisan tarihli notasına uygun olarak Karadeniz ve Doğu Anadolu bölgelerinde asayişi sağlayacak önlemler alınmalıdır. Zaman kaybetmeden güçlü bir komutan bölgeye gönderilerek, asayiş sağlanmalı ve Paris Barış Konferansı öncesinde İngilizler memnun edilmelidir.


Sadrazam Damat Ferit ve Padişah Vahdettin işte bu düşünceler içinde Atatürk'ü 9. Ordu Müfettişi olarak Anadolu'ya göndermişlerdir.


Atatürk'e verilen görev ve yetkiler şunlardır:


1 - Bölgedeki asayişin düzeltilmesi, asayişsizlik sebeplerinin saptanması.

2 - Silah ve cephanenin biran önce toplattırılıp koruma altına alınması.
3 - Şuralar varsa ve asker topluyorsa, bunun kesinlikle engellenmesi.
4 - Şuraların kapatılması.

Atatürk'e geniş yetkiler verildiği doğrudur. Ancak Vahdettinci yazarların, Vahdettin'in, Atatürk'e bu geniş yetkileri, "gizlice bütün yurtta direnişi örgütlemesi" amacıyla verdiği iddiaları yalandır. Çünkü bu yetkilerin geniş olmasının iki nedeni vardır.


Birincisi, 21 Nisan 1919 tarihli İngiliz notasında sadece Karadeniz bölgesinden değil doğu illerinden de söz edilmektedir. Yani yetkilerin geniş tutulmasının birinci nedeni, doğudan İngiliz notasıdır. İkincisi de bu yetkileri Genelkurmay İkinci Başkanı Kazım İnanç Paşa'yla yaptığı görüşme sonunda bizzat Atatürk genişletmiştir.[7]


Atatürk'e mülki (idari) yetkiler verilmesinin nedeni ise, yine İngiliz notasında belirtilen "şuralara" son verebilmesi içindir. Atatürk'ün, bu sivil örgütlere son verebilmesi için, askerler dışında sivillere de emir verebilmesi gerekir.


Peki ama Vahdettin neden bu görev için Atatürk'ü seçmiştir? Neden Atatürk gönderilmiştir?

Öncelikle Atatürk'ü seçen Vahdettin değildir, kendisinin de bizzat itiraf ettiği gibi, Atatürk'ü hükümet bu göreve getirmiş, Vahdettin sadece bu atamayı onaylamıştır. Vahdettin bu atamayı neden onayladı? sorusuna cevap vermeden önce, Damat Ferit Hükümeti neden bu göreve Atatürk'ü seçti? sorusuna cevap verelim.
Bu konuda Atatürk'ün çabaları belirleyici olmuştur. İşgal İstanbul'unda bulunduğu 6 aylık sürede Atatürk'ün kafasının bir köşesinde hep Anadolu'ya geçerek "direniş" başlatma düşüncesi vardır. Bu amaçla İttihatçı yer altı örgütleriyle temas kurarak "Anadolu'ya gizli geçiş planı" üzerinde çalışmıştır.

Mim Mim Grubu'ndan Topkapılı Cambaz Mehmet, Karakol Cemiyeti'nden Yenibahçeli Şükrü Bey ve Yahya Kaptan gibi kişilerle İstanbul'da gizli görüşmeler yaparak "Gebze Kocaeli yolunun" kontrol edilmesini istemiştir. Yaveri Cevat Abbas Gürer, Atatürk'ün Gebze-Koacaeli yolu üzerinden gizlice Anadolu'ya geçmeyi düşündüğünü, bu konuda her türlü hazırlığı yaptığını belirtmiştir.


Bir taraftan Anadolu'ya "gizli geçiş planı" üzerinde çalışan Atatürk, diğer taraftan güvendiği arkadaşlarıyla Şişli'deki evde görüşmeler yaparak bir "kurtuluş planı" hazırlamıştır. İşte bu görüşmeler sırasında hükümetteki ve genelkurmaydaki nüfuzlu arkadaşlarını devreye sokarak müfettişlik görevini almayı başarmıştır. Şöyle ki, Atatürk yakın arkadaşlarından Ali Fuat Cebesoy'un babası İsmail Fazıl Paşa aracılığıyla Dahiliye Nazırı (İçişleri Bakanı) Mehmet Ali Bey'le tanışmış, ve birkaç kere Şişli'deki evde Mehmet Ali Bey'le görüşüp nabzını yoklamıştır. Daha sonra da Bahriye Nazırı (Denizcilik Bakanı) Avni Paşa'yla diyalog kurmuştur. Sonra da yaveri Cevat Abbas aracılığıyla Harbiye Nazırı Şakir Paşa'yla temas kurmuştur. Ayrıca daha önce değişik cephelerde birlikte mücadele ettiği Genelkurmay İkinci Başkanı Kazım İnanç Paşa'yla irtibata geçmiştir. İşte Atatürk, hükümetteki bu tanıdıklarını kullanarak Damat Ferit'e ulaşmıştır. İngilizlerin hükümete ültimatom verdiği günlerde Damat Ferit, "Acaba Anadolu'ya kimi göndersek?" diye düşünürken devreye giren Mehmet Ali Bey'in, Damat Ferit'e telkinleri sonrasında ve Avni Paşa, Şakir Paşa ve Kazım İnanç Paşa'nın onayıyla, görev Atatürk'e verilmiştir. Ancak Damat Ferit çok temkinlidir, önce Atatürk'le birkaç görüşme yapmış, hatta onu İngilizlere bile sormuş, hükümete ve padişaha bağlılığına kanaat getirince Atatürk'ü 9. Ordu Müfettişliği görevine getirmiştir.


Bu sırada Atatürk, genelkurmaydaki güvendiği arkadaşları Kazım Paşa ve Fevzi Paşa'dan yardım istemiştir.


Örneğin Fevzi Paşa, İngilizlere, bu karışıkları ancak Atatürk'ün önleyebileceği konusunda telkinlerde bulunmuştur.[9]


Osmanlı Ordusu'nun önemli isimlerinden olan ve Samsun'a çıkmadan önce anlaştığı kişilerden biride Ali Rıza Paşa'dır. Gelin şimdi Avlonyalı Cemalletin Paşa'ya kulak verelim: "Mustafa Kemal'i eniştrem Ali Rıza Paşa tanıyordu. Hareket Ordusu ile onun yanında bulunmuştum. Ali Rıza Paşa, Mahmut Şevket Paşa'nın kurmay başkanı idi. Balkan Harbi'ne de girmiş bulunna Ali Rıza Paşa, Mustafa Kemal'i, hareketli, hesaplı bir subay olarak pek beğenirdi. Bu ilk görüşmemiz gecesinde geç vakitlere kadar Mustafa Kemal'in sohbetlerine doyamadık. Bize çok şeyler söyledi. Çok mühim görüşmelerden söz etti. Ona doyamadan ayrıldık. Bu konuşmadan sonra Ali Rıza Paşa'yı gördüm.Bana gizlice bir haber verdi. "Çok mühim söylüyorum, lütfen kimseye bahsetmeyin" dedi. "Mustafa Kemal Paşa, Anadolu'ya geçiyor." Şaşırmıştım. "Nasıl?" dedim, "bir maksatla mı?" "Evet" dedi. "Kendisini tayin ettiriyor; fakat maksadı başka, orada bir direniş cephesi hazırlayacak"....[10]


Yani Atatürk kendisini tayin ettirmiştir...


Atatürk'ün İstanbul'da kaldığı 6 ay boyunca izlediği politikalar ve  "stratejik İngiliz politikası" da buna eklenince, Atatürk'ün Anadolu'ya gönderilmesine İngilizler de itiraz etmemiş, hatta ona vize bile vermişlerdir.


-----------------------------------


 Mustafa Armağan'ın köşesinde yazdığı "Hatt-ı Hümayun"

Mustafa Armağan diyor ki: 14 Eylül 1919 tarihli nüshada,  çeken "Üçüncü Ordu Müfettişi, Yaver-i Hazret-i Şehriyarileri Mustafa Kemal", çekilen kişi "Zat-ı Şahane" yani Sultan Vahdettin, çekildiği yer Havza. Tarih 14 Haziran 1919.
Burada Mustafa Kemal Paşa, son görüşmelerini hatırlatıyor padişaha ve şöyle diyor: "Huzurdayken İzmir'in işgali karşısında "pek mahzun olan" kalbinizin "bu nokta-i necâta ait ilhamatı"nı, yani ülkenin sizin öncülüğünüzde millî mukaddes bir kudretle kurtulacağına dair verdiğiniz ilhamları şu an gibi hatırlıyorum. Sizin benim fikrimi çelmenizden aldığım imanın azmiyle görevime devam ediyorum.İstanbul'da iken milletin bu kadar kuvvetli ve az vakitte felaketlerden bu derece müteyakkız [uyanmış] olduğunu tahayyül edemezdim. Uyanmış olan millet, milletin ve devletin bağımsızlığı ile saltanat ve hilafetin yüce haklarını desteklemek için sağlam bir kararlılık ve imanla donanmış durumda."
Bu kısaltılmış metninden yola çıkarak Mustafa Armağan "milli hareket" emrini Atatürk'e Vahdettin'in verdiğini söylüyor... [11]

Şimdi bu metni deşifre edelim: İlk olarak Atatürk bu telgrafı, 14 Haziran 1919 da çekiyor. Yani Samsun'a ayak bastıktan hemen hemen 1 ay sonra... Görevi neydi? Asayişin düzeltilmesi, silahların toplanması ve şuraların kapatılması... Yola çıkmadan önce Atatürk'ün hilafeti koruyacağına, saltanata bağlı olduğuna dair yemin bile ediyor. Bu telgraf kısaca Vahdettin'e bağlı olduğunu, milletinde hilafete ve saltanata saldırı olduğunun farkında olduğunu söylüyor. 
Mustafa Armağan ne yazmış bir daha okuyalım: "Burada Mustafa Kemal Paşa, son görüşmelerini hatırlatıyor padişaha ve şöyle diyor: Huzurdayken İzmir'in işgali karşısında "pek mahzun olan" kalbinizin "bu nokta-i necâta ait ilhamatı"nı, yani ülkenin sizin öncülüğünüzde millî mukaddes bir kudretle kurtulacağına dair verdiğiniz ilhamları şu an gibi hatırlıyorum. Sizin benim fikrimi çelmenizden aldığım imanın azmiyle görevime devam ediyorum." 
İzmir'in İşgali 15 Mayıs 1919, Atatürk'ün Bandırma Vapuru'na binmesi 16 Mayıs 1919'dur. Burdan anlaşılıyor ki "Mustafa Kemal Paşa, son görüşmelerini hatırlatıyor... " ve " İzmir'in işgali karşısında "pek mahzun olan" kalbinizin.."cümlelerinden yola çıkarak o son görüşmenin 15 Mayıs 1919 da yapılan görüşme olduğunu anlıyoruz. Şimdi gelin 15 Mayıs 1919'da Atatürk ve Vahdettin Yıldız Sarayı'nda yaptığı o konuşmaya bakalım:

"Paşa, Paşa Devleti kurtarabilirsin!"


Atatürk, bu görüşmenin detaylarını 1926 yılında Falih Rıfkı Atay'a anlatmıştır:



Şimdi Atatürk'e kulak verelim: "Yıldız Sarayı'nın ufak bir salonunda Vahdettin'le adeta diz dize denecek kadar yakın oturduk. Sağına dirseğini dayamış olduğu bir masa, üstünde bir kitap var. Salonun Boğaziçi'ne doğru açılan penceresinden gördüğümüz manzara şu: Birbirine paralel hatlar üzerinde düşman zırhlıları! Bordolarındaki toplar sanki Yıldız Sarayı'na doğrulmuş! Manzarayı görmek için başımız sağa sola çevirmek yeterliydi. Vahdettin, unutamayacağım şu sözlerle konuşmaya başladı:
'Paşa, Paşa! Şimdiye kadar devlete çok hizmet ettin. Bunların hepsi artık bu kitaba girmiştir. (Elini demin bahsettiğim kitabın üstüne bastı ve ilave etti.) tarihe geçmiştir.' (O zaman bunun bir tarih kitabı olduğunu anladım. Dikkatle ve sükunla dinliyordum). 'Bunları unutun' dedi. 'Asıl şimdi yapacağın hizmet hepsinden önemli olabilir; Paşa Paşa, devleti kurtarabilirsin!
"[12]


Başka bir açıdan, Vahdettin'in, ağzından dökülen, "Paşa Paşa devleti kurtarabilirsin" cümlesini, "Vahdettin'in Atatürk'ü gizli bir planla Kurtuluş Savaşı'nı başlatması için Anadolu'ya gönderdiği" biçiminde yorumlayanlar da vardır. Evet, aslında Vahdettin'i tanımasak ve Kurtuluş Savaşı sırasında Anadolu'daki Milli hareketi yok etmek için yaptıklarını, ayrıca İngilizlerle nasıl gizlice anlaştığını bilmesek, ben de bu sözleri "Vahdettin'in, Atatürk'ü, Kurtuluş Savaşı'nı başlatması için Anadolu'ya gönderdiği" biçiminde yorumlayabilirdim. Ancak bütün bu gerçekleri bilen biri olarak bu kadar iyi niyetli olamayacağım.


Bu tür iddialarda bulunanlar Atatürk'ün Vahdettin'in bu sözleri hakkındaki yorumunu nedense görmezden gelmişlerdir.


Atatürk'ün, Vahdettin'in bu sözleri hakkındaki yorumunu ve görüşmenin sonraki aşamalarını yine Atatürk'ün anılarından takip edelim:
"Bu son sözlerden hayrete düştüm. Acaba Vahdettin benimle samimi mi konuşuyor? O Vahdettin ki, ecnebi hükümetlerin yüzüncü derece aletleri ile temas arayarak devletini ve saltanatını kurtarmaya çalışıyordu. Bütün yaptıklarından pişman mıydı? Aldatıldığını mı anlamıştı? Fakat böyle bir tahminle başka bahislere girişmeyi tehlikeli buldum. Kendisine basit cevaplar verdim:
'Hakkımdaki teveccüh ve itimada arz-ı teşekkür ederim.Elimden gelen hizmette kusur etmeyeceğime emniyet buyurunuz.'
Söylerken kafamdaki bulmacayı da halletmeye uğraşıyordum. Çok iyi anladığım, veliahtlığında, padişahlığında bütün his ve fikirlerini, eğilimlerini, sahtekarlıklarını tanıdığım adamdan nasıl yüksek ve asil bir hareket bekleyebilirdim?
Memleketi kurtarmak lazımdır. İstersem bunu yapabilirmişim! Nasıl hemen hüküm veririm:
Vahdettin demek istiyordu ki, hiçbir kuvvetimiz yoktur. Tek dayanak noktamız, İstanbul'a hakim olanların siyasetine uymaktır. Benim memuriyetim, onların şikayet ettikleri meseleleri halletmektir. Eğer onları memnun edebilirsem, memleketi ve halkı bu siyasetin doğru olduğuna inandırabilirsem ve bu siyasete karşı gelen Türkleri tutuklarsam Vahdettin'in arzularını yerine getirmiş olacaktım.
'Merak buyurmayın efendimiz! Nokta-i nazar- şahanenizi anladım. İrade-i seniyeniz olursa hemen hareket edeceğim ve bana emir buyurduklarınızı bir an unutmayacağım!
'Muvaffak ol!' hitab-ı şahanesine mazhar olduktan sonra huzurundan çıktım.
Naci Paşa, Padişahın yaveri, fakat benim hocam, derhal benimle buluştu. Elinde ufak muhafaza içinde bir şey tutuyordu. 'Zat-ı Şahane'nin ufak bir hatırası' dedi. Kapağın üzerinde Vahdettin'in inisiyalleri işlenmiş bir saatti. 'Peki, teşekkür ederim' dedim, yaverim aldı.
Sonra sanki Yıldız Sarayı'ndan çıktığımızı ve hareket etmek üzere olduğumuzu gizlemek, saklamak ister gibi ihtiyatla, ayaklarımızın pıtırtısını işittirmekten korkarak saraydan uzaklaştık." [12]


Anlaşılıyor ki Vahdettin'in kurtuluş planı, "düşmana karşı silahlı direniş" değil, "düşmanın merhametine sığınmaktır." Vahdettin, özellikle Paris Barış Konferansı'nın arifesinde, İzmir'deki kanlı olaylardan dolayı Batı kamuoyu da Türkiye'nin lehine dönmüşken, İngilizleri memnun ederek, onların bir dediğini iki etmeyerek İngiliz desteğini arkasına aldığı takdirde işgallerin sona ereceğini ve devletin kurtulacağını düşünmektedir. Yani Vahdettin'e göre "devletin kurtuluşu" İngilizleri memnun etmekle mümkündür. O sırada İngilizleri memnun etmenin biricik yolu ise, İngilizlerin 21 Nisan tarihli notası doğrultusunda Anadolu'daki karışıklıkları önlemektir. Ayrıca Vahdettin tek "kurtuluş planının" İtilaf devletlerine güvenmek olduğunu anılarında açıkça itiraf etmiştir:
"Devlet tehlikede ve İstanbul sallantıda idi. Şahsen müstakil bir siyasetim yoktu, ama kurtuluşumuz için babam Abdülmecit Han'dan miras aldığım İtilaf devletlerine yakınlık politikasını, İngilizlerin zıddına hareket etmemek ve Fransızlarla İngilizleri gücendirmemek şeklinde, uyuşmacı bir siyaseti seçmiştim. Böylelikle anlaşma olmasa bile hiç olmazsa husumetlerini (düşmanlıklarını), şiddet ve nefretlerini azaltmaya çalışıyordum"[13]


Anlaşılıyor ki Atatürk, Vahdettin'e Samsun'a ayak bastıktan sonra "görevimi yerine getiriyorum herhangi bir sorun yok" anlamı taşıyan yani Mustafa Armağan'ın bahsettiği telgrafı yollamıştır.


--------------------------------------------


Vahdettin ile Atatürk'ün "devletin kurtuluşundan" anladıkları çok farklı şeylerdir. Vahdettin'in "devletin kurtuluşu" yöntemi, İngilizleri memnun etmek ve onların desteğini almak biçimindeyken; Atatürk'ün "devletin kurtuluşu" yöntemi, bütün düşmanlara karşı mücadele ederek tam bağımsızlığı elde etmek biçimindedir. Ayrıca, Vahdettin, "devletin kurtuluşu" derken aynı zamanda kendi tahtı ve tacını kastederken, Atatürk, "devletin kurtuluşu" derken, ulusun egemenliğini kastetmektedir. [7]
Atatürk, Samsun'a çıkıp, kafasındaki "kurtuluş planı" doğrultusunda direniş hazırlıklarına başlayınca İngilizler, Sadrazam Damat Ferit ve Padişah Vahdettin'den "Atatürk'ü bir an önce İstanbul'a geri çağırmalarını istemişler", bu doğrultuda hemen harekete geçen Damat Ferit ve Padişah Vahdettin, birkaç defa Atatürk'ü İstanbul'a geri çağırmışlar, ancak Atatürk bütün bu çağrılara olumsuz cevap vererek, gerekirse "sine-i millette bir ferdi mücahit olarak" mücadelesini sürdüreceğini bildirmiş ve istifa etmiştir. Bunun üzerine Padişah Vahdettin, 8 Temmuz 1919'da Atatürk'ün müfettişlik görevine son vermiştir.


--------------------------------


Mustafa Armağan'ın köşesine taşıdığı "Hatt-ı Hümayun" dan devam edelim. Mustafa Armağan'ın yazdığına göre bu telgraf 14 Eylül 1919'da "İrade-i Milliye" gazetesinde yayınlanmış yani bütün millet öğrenmiş. Çok değil 6 gün sonra yani 20 Eylül 1919'de Vahdettin bir Beyanname yayınlıyor. Mustafa Armağan'ın yorumuna göre bağımsızlık isteyen bir Padişahın böyle bir Beyanname yayınlaması çok çelişkili. Beyanname dikkatle okunduğunda Padişah Vahdettin'in "düşmana karşı direnişten" değil, çok yumuşak bir üslupla "düşman karşısında sessiz kalmaktan" söz ettiği görülmektedir. İşgallere üzüldüğünü, devlet ve milletin haklarını korumak için çaba harcamanın doğal olduğunu belirten Vahdettin, sözü döndürüp dolaştırıp, Milli hareketin gereksizliğine getirmiş; Avrupa kamuoyunun lehimize döndüğünü, Mebusan meclisi seçimlerinin zamanında yapılabilmesi ve barış konferansından olumlu bir sonuç alınabilmesi için "Milletin her ferdinden bu günkü durumun nezaketini takdir ederek sessizlik ve soğukkanlılığını korumasını, kanunların hükümlerine ve hükümetin emirlerine uymasını, düzen ve asayişi bozacak hareketlerden sakınmasını" istemiştir. Padişah Vahdettin'in beyannamesinin sonundaki şu cümle onun politikasını özetlemektedir: "Büyük devletlerin adalet ve insaf duyguları ile gerçekleri gittikçe anlayan Avrupa ve Amerika kamuoyunun yumuşaması da bu umudumu belgelendirmektedir."
Görüldüğü gibi Padişah Vahdettin'in umudu, halkın sessizlik içinde büyük devletlerin "adalet" ve "insaf" duygularına güvenmesidir.


Vahdettin'in Milli hareket karşıtı bu beyannamesinin halkı olumsuz etkilememesi için harekete geçen Atatürk, bazı tedbirler almıştır. Fakat Atatürk'ün bütün tedbirlerine karşın padişahın beyannamesi bazı yerlere ulaşmıştır.[7]


-----------------------------------------------


Ayrıca hatırlatma olsun diye İngilizlerle yapılan gizli antlaşmayı da ekleyeyim; Damat Ferit, >8 Eylül 1919<’da “Türkiye’yi kontrol etmelerini istedikleri İngilizlere” Padişahın daha cazip bir teklifini sunmuştur. İngilizler bu teklifi kabul etmişler ve Damat Ferit, Padişah Vahdettin’in temsilcisi sıfatıyla İngilizlerle 12 Eylül 1919’da bir “gizli antlaşma” imzalamıştır. Atatürk bu “Türk-İngiliz Gizli Antlaşması” hakkında Nutuk’ta şu bilgileri vermiştir:
12 Eylül 1919’da Sadrazam Damat Ferit ile İngiliz temsilcisi arasında imzalandığı ve az sonra padişahça onaylandığı ileri sürülen bir gizli antlaşma, Fransızlarca ele geçirilip yayınlanmıştır. Bu belgenin gerçekten var olup olmadığı üzerinde çok tartışılmıştır, ancak o sırada duruma ve hem İngilizlerin, hem de padişahın istek ve düşüncelerine çok uygun olduğu ve bunların kâğıt üzerine dökülmesinden ibaret bulunduğu için gerçek durumun bir ifadesi sayılabilir. Türlü yerlerde yayınlanmış olan ‘antlaşmanın’ metni aşağıda görülecektir. Bu ilk olarak 22 Ocak 1920 günü The New York Gerald Tribune adlı Amerikan gazetesinde çıkmıştır. Daha sonra Ankara Antlaşması adını taşıyan ve 20 Ekim 1921’de imzalanan Türk Fransız antlaşmasının imzalayıcısı, Fransa Mebusan Meclisi’nin Dışişleri Komisyonu sözcüsü Franklin Bouillon, bu belgeyi kendisinin elde etmiş olduğunu, ancak bir Amerikan gazetesinde yayımlanmasının daha etkili olacağını düşündüğünden onu anılan gazeteye verdiğini bizlere söylemiştir ve olayın kesin olarak doğruluğu üzerinde direnmiştir. 12 Eylül 1919 günlü olan metin şöyledir:
1. İngiltere Hükümeti, kendi kumandası altında Türkiye’nin bütünlüğünü ve bağımsızlığını garanti eder.
2. İstanbul, Hilafet ve saltanat merkezi olacak ve Boğazlar İngiltere’nin kontrolüne bırakılacaktır.
3. Türkiye bağımsız bir Kürdistan kurulmasına engel olmayacaktır.
4. Bunlara karşılık Türkiye İngiltere’nin Suriye ve El cezire hâkimiyetini sağlayacak ve hilafete ait manevi kudret ve yetkinin İngiltere’nin lehinde gerek Suriye bölgesinde ve gerekse Müslümanların yaşadığı diğer yerlerde egemen kılınmasını vaat eder.
5. Milli akımların önüne geçebilmek için Türkiye’de yeniden kurulacak olan Meşruti yönetime karşı meydana gelecek olumsuzlukları etkisiz hale getirmek için İngiltere Hükümeti bir zabıta teşkilatı kuracaktır.
6. Türkiye, Mısır ve Kıbrıs üzerindeki bütün haklarından vazgeçerek, özel ve resmi niteliği olan İngiltere Hükümeti konferansta, Türk temsilcilerinin bu yöndeki arzularını kabul edecektir.
7. Barış şartlarının tekrarından sonra padişah, dördüncü maddedeki özelliği konuşmak için İngiltere Hükümeti’yle ayrıca bir sözleşme imzalayacaktır. Bu sözleşmenin maddeleri gizli tutulacaktır. 
İşbu sözleşme iki nüsha olarak düzenlenip imzalayanlarca kabul edilmiştir.” 

--------------------------------------

Devam edelim, ilerleyen günlerde Atatürk kafasındaki "kurtuluş planı" doğrultusunda direniş hazırlıklarına başlayınca İngilizler, Sadrazam Damat Ferit ve Padişah Vahdettin'den "Atatürk'ü bir an önce İstanbul'a geri çağırmalarını istemişler", bu doğrultuda hemen harekete geçen Damat Ferit ve Padişah Vahdettin, birkaç defa Atatürk'ü İstanbul'a geri çağırmışlar, ancak Atatürk bütün bu çağrılara olumsuz cevap vermiştir. Bunun üzerine Sivas Kongresi sonrası 30 Eylül 1919'da Damat Ferit Paşa Hükümeti istifa ettirilerek, yerine 2 Ekim 1919'da Ali Rıza Paşa Hükümeti kurdurulmuştur. Yukarda da yazmıştım, Ali Rıza Paşa Atatürk'ün yakın arkadaşı ve Atatürk'ün "milli hareket" başlatacağını biliyor. Ali Rıza Paşa Hükümeti 6 ay kadar iktidar kalabiliyor. Atatürk bu 6 ay boyunca hükümeti telgraf yağmuruna tutuyor ve sürekli isteklerde bulunuyor. Hatta 20-22 Ekim 1919'da Bahriye Nazırı Salih Paşa, Atatürk ile görüşmek için Anadolu'ya gönderiliyor ve bazı kararlar alınıyor. Ancak Ali Rıza Paşa Hükümeti 3 Mart 1920'de istifa etmek zorunda kalıyor ve yerine kısmen" milli hareketi" destekleyen Salih Paşa Hükümeti kuruluyor ama 1 ay sonra o hükümette istifa ettiriliyor.
Atatürk bu 7 ay boyunca önceden anlaştığı kişiler hükümet kurduğu için az biraz nefes alabiliyor ama Vahdettin yine ne yapıp ne edip yine 4 Nisan'da "katıksız İngilizci" olan Damat Ferit Hükümetini kurdurtuyor.


Damat Ferit'in ikinci kez sadrazamlığa getirilmesine karşı çıkan Meclisi Mebusan Başkanı Hüseyin Kazım Bey'in, bunun memleket ve saltanat için felaket olacağını söylemesi üzerine Vahdettin sinirlenerek, "Ben istersem Rum Patriği'ni de Ermeni Patriğini de getiririm. Hahambaşı'nı da getiririm" demiştir.

Yani Vahdettin bilerek, isteyerek hain Damat Ferit'i sadrazamlık makamına getirmiştir.

Vahdettin eğer gerçekten Anadolu'daki Milli hareketten yana olsaydı, tam 5 kere "vatan haini" Damat Ferit'i sadrazamlığa getirir miydi?
Yani Vahdettin bilerek, isteyerek hain Damat Ferit'i sadrazamlık makamına getirmiştir.

----------------------------------------------

Atatürk, Vahdettin'i Anadolu'ya Davet Ediyor:

İşin bir garip tarafı da şurada; Atatürk, 1920 yılının başlarında Mazhar Müfit Bey aracılığıyla Padişah Vahdettin’i açıkça Anadolu’ya davet etmiştir. Padişahla görüşen Mazhar Müfit Bey, “Efendimizin Anadolu’ya, hatta Bursa’ya kadar teşrifleriyle mesele hallolur...” diyerek Padişahı Anadolu’ya çağırmıştır. Bu çağrıya, “Bana ulu ecdadımın başkentinden firar mı teklif ediyorsunuz?” diye bir soruyla cevap veren Vahdettin’e Mazhar Müfit Bey, “Hayır! Milletin ve vatanın bu sıkışık ve zor zamanında ulu ecdadınız gibi milletin başına geçmenizi teklif ediyorum” demiştir. [14]


Yorumu sizlere bırakıyorum...


-----------------------------------


Fevzi Çakmak'ın, hanımı Fitnat Çakmak'a anlattıkları...



Araştırmacı-Yazar Vehbi Vakkasoğlu, TİMAŞ Yayınlarından 1990 yılında neşredilen “Son Bozgun” adlı araştırmasının birinci cildinde, Mareşal Fevzi Çakmak’ın ağzından Vahdettin’in Mustafa Kemal Paşa’yı Anadolu’ya milli mücadeleyi başlatması için gönderdiğini yazar. Hatta Mareşal’in bu olayı uzun yıllar sır gibi sakladığını söyler. Kitapta yer aldığına göre Çakmak Paşa, eşi Fitnat Hanım’a ´Fitnat. Öyle birşey biliyorum ki ortaya çıkıp söylememe bugüne kadarki tutumumuz ve davranışlarımız müsait değil. Mecburum, bu sırrı kendimle beraber mezara götürmeğe.” Fevzi Paşa’nın Fitnat Hanım’a anlattıkları şöyle yer alır sözkonusu kitapta: “Mütareke senesinde, bir Cuma selamlığından sonra Sultan Vahdettin beni huzuruna kabul etti. “Paşa, dedi. Durumu görüyorsunuz. Bu işler anca Anadolu’da teşkilatlanarak kurtarılabilir. Bana Anadolu’da teşkilat kuracak, memleketi şu karanlık durumdan kurtarabilecek Paşaların bir listesini yapıp getirin.” Ertesi Cuma, yine selamlıktan sonra huzuruna girip hazırladığım listeyi verdim. Dikkatle okuduktan sonra, bir müddet sustu. Sonra yarı kapalı gözleriyle ağır ağır, tane tane konuşmaya başladı:
“Paşa, Mustafa Kemal Paşa hırsız mıdır?”
“Haşa Padişahım.”
“Bir namussuzluğu, ahlaksızlığı var mıdır?”
“Haşa Padişahım.”
“Beceriksiz ve kabiliyetsiz midir?”
“Hayır efendim. O hepimizden bilgili, kabiliyetli ve dinamiktir.”
“O halde bu listeye niçin onun adını yazmadınız?..” Hiç düşünmeden cevap verdim: “Padişahım, Mustafa Kemal Paşa yenilik, bilhassa öteden beri Cumhuriyet taraftarıdır.” Padişah elindeki kağıdı atar gibi masanın üzerine bıraktı… Ayağa kalkıp pencereye döndü. Limanda demirli İtilaf devletleri (İngiliz, Fransız, İtalyan, Yunan) gemilerini göstererek: “Paşa, Paşa… Bu gemileri görmek kanıma dokunuyor. Bu memleket kurtulsun da isterse Cumhuriyet olsun… Kendine selamla birlikte tebliğ ediniz, haftaya Cuma günü Mustafa Kemal Paşa’yı göreceğim.”

Şimdi asıl soru şu: Vehbi Bey bunu nerden öğrendi?
Fevzi Çakmak'ın anılarında böyle bir olay yok. Fitnat Hanım mı anlatmış? Hayır... Fevzi Çakmak ve eşi bu konuyu konuşurken kulak misafiri mi olmuş? İmkansız... İyi de bunu nerden öğrenmiş.. Belgesi var mı bunun? Yok.. Yani? Yalan..



Kısaca;

1. "Paşa, Paşa devleti kurtarabilirsin..."
2. Fevzi Çakmak'ın, hanımı Fitnat Çakmak'a anlattıkları...
3. Mustafa Armağan'ın köşesinde yazdığı "Hatt-ı Hümayun"...
4. Vahdettin'in Atatürk'e geniş yetkiler vermesi...
5. Atatürk'ün çok kez Vahdettin ile görüşmüş olması ve Atatürk'e vize vermesi...
6. Mevlanzade Rıfat'ın kitabında yazdıkları...

Bunların bir kısmı yalan, bir kısmı çarpıtılmış ve bir kısmı da uydurulmuş olaylardır...


NOT: furkan türk ADLI KULLANICI YORUMLARINI KENDİ SİLMİŞTİR. "Bu yorum yazar tarafından silindi." UYARISI YAZARIN KENDİ YORUMLARINI SİLDİĞİ İÇİN OTOMATİK YAZILMIŞTIR.


[1] Mevlanzade Rıfat , Türkiye İnkilabı'nın İçyüzü
[2] Yeni Gün, Vakit, Alemdar gazeteleri , 25 Mart 1919
[3] Tarık Mümtaz Göztepe , Vahdettin Gurbet Cehenneminde
[4] Uğur Mumcu , Kürt-İslam Ayaklanması
[5] Gotthard Jaeschke , Kurtuluş Savaşı ile İlgili İngiliz Belgeleri
[6] Sabahattin Selek , Anadolu İhtilali
[7] Sinan Meydan , Cumhuriyet Tarihi Yalanları
[8] Osman Ozsoy , Kurtuluş Savaşı'nın Perde Arkası
[9] Akın Gazetesi
[10] Avlonyalı Cemalettin Paşa'nın Hatıraları
[11] Mustafa Armağan, Zaman Gazetesi
[12] Atay , Atatürk'ün Bana Anlattıkları
[13] Doğan Avcıoğlu , Türkiye'nin Düzeni
[14] FO 371/9118/E, 172 Colonial Office'ten Foreign Office'e


14 Eylül 2012 Cuma

Fatih Sultan Mehmet'in Ayasofya Laneti ve Ayasofya Vakfiyesi Yalanı


Vahdettin'in İngilizlere Sığınması!


Vahdettinci yazarlarca, "Kurtuluş Savaşı kahramanı" olarak gösterilen Padişah Vahdettin, Kurtuluş Savaşı'nın kazanılmasından derin bir üzüntüye kapılmış, Türk ulusunun kazandığı bu zaferden fena halde rahatsız olmuştur. Bu öyle bir rahatsızlıktır ki, Padişah Vahdettin, yapılan tüm önerilere karşın Mustafa Kemal Atatürk'e "kutlama telgrafı" göndermeye karşı çıkmıştır.

Kurtuluş Savaşı'nın kazanılmasından sonra Sadrazam Damat Ferit, 22 Ekim 1922'de İngiliz polislerinin koruması altında Orient Ekspresi ile Avrupa'ya kaçarak Fransa'nın Nice şehrine yerleşmiş ve İstanbul'un kurtarıldığı 6 Ekim 1922'de orada ölmüştür.

Sadrazam Tevfik Paşa, 5 Kasım 1922'de görevinden çekilerek yönetimi İstanbul'da bulunan TBMM temsilcisi Refet Paşa'ya bırakmıştır.

Damat Ferit'in ve işbirlikçilerin kaçarak İngilizlere sığınması, saltanatın kaldırılması, Tevfik Paşa'nın istifa ederek İstanbul'u TBMM temsilcisi Refet Paşa'ya bırakması, İzmit'te Ali Kemal'in linç edilmesi, İstanbul'da tramvaylara "Kahrolsun Vahdettin" yazılması ve gibi gelişmeler Padişah Vahdettin'i korkutmaya başlamıştır.

"Büyük zafer İstanbul'da büyük şenliklerle kutlanıyordu. Halk gündüzleri meydanlara toplanıyor, her yerde heyecanlı nutuklar söyleniyordu. Padişaha karşı yer yer en ağır sözler sarf ediliyor, hakaretler yağdırılıyordu. Aynı gün kalabalık bir grup Yıldız Sarayını önüne gelerek padişahlık aleyhine gösteriler yapmıştı. Mevlit gecesi ise tramvayların üzerine tebeşirle, 'Kahrolsun Vahdettin' sözleri yazılıyordu. Saraydaki görevlilerin, memurların çoğu korkudan gelmiyordu."[1]

---------------------------------------------------------------------------

Vahdettin 6 Kasım 1922'de İngilizlerle 3 saat süren bir görüşme yapmıştır. Vahdettin bu görüşmede, Bolşevik olarak tanımladığı Kemalistlerin bir azınlık oluşturduklarını, bunun bir Kemalist darbe olduğunu ve İtilaf devletlerini de ilgilendirdiğini iddia ederek, İtilaf devletlerinin Ankara hükümetinin meşruluğunu tanıyıp tanımayacaklarını, barış sonuçlanıncaya kadar Ankara Hükümeti'nin İstanbul'la ilgili iddialarını kabul edip etmeyeceklerini ve İstanbul'u sıkıyönetim altına alıp almayacaklarını sormuştur.[2]

Bu sırada İngilizler bir kere daha Padişah Vahdettin'i kullanmayı denemişlerdir. İngiltere Dışişleri Bakanlığı yetkililerinden Ronald Lindsay, 6 Kasım1922 kaleme aldığı bir yazıda şöyle demiştir:

"Fırsattan yararlanarak Padişaha Kıbrıs'ta siyasi barınak önersek veya ona görevinden istifa etmemesini telkin ederek, İslam ülkelerinin gözünde saygınlığımızı yükseltme olanağını incelemekte yarar olabilir. Halifenin, İngiltere tarafından Türkiye'deki ulusçulara ve cumhuriyetçilere karşı korunması, Hindistan ve öteki İslam ülkelerinde pek etkili olabilir."

İngiltere Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Crowe, bu öneriyi şöyle yorumlamıştır: "Padişaha siyasi barınak verme önerisi dikkatle incelenmelidir. Ona barınak olarak belki Hindistan'ı önerebiliriz; ama bu denli bir öneri Hindistan'da Halifeye karşı bir soğukluk yaratabilir."

L. Curzon da bu konuya kafa yormuştur: "Padişaha siyasi barınak veririm; ama ona bu nerede verilebilir? Lütfen bu konuyu tartışınız."[3]

Bu yazışmalardan açıkça görüldüğü gibi İngiltere, kaçacak delik arayan, kullanılmaya çok müsait bir durumda bulunan Padişah Vahdettin'i, daha doğrusu Vahdettin'in "Halifelik" yetkilerini kullanmak istemiştir. Halifenin, özellikle Hindistan'daki Müslümanların ayaklanmalarının bastırılmasında işe yarayacağını düşünen İngiliz yetkililer, bir ara ciddi ciddi Vahdettin'i Hindistan'a götürmeyi düşünmüşlerdir. Ama yine karşılarına Mustafa Kemal Atatürk çıkmıştır; çünkü biraz incelediklerinde Hindistanlı Müslümanların halifeden çok Atatürk'e bağlı olduklarını görmüşlerdir. Kurtuluş Savaşı'ndaki kahramanlığından dolayı Mustafa Kemal Hindistan'da, "Allah'ın kılıcı!", "İslamın son mücahidi!" gibi adlarla anılmakta ve büyük saygı görmektedir.[1]

Bu gerçeği, Hindistan Kral Naibi, 10 Kasım 1922'de Hindistan Bakanlığı'na bir gizli telgrafla şöyle bildirmiştir: "Padişahın halifeliği dışında, kendisi Hindistan'da pek az tanınmıştır ve Türkiye'nin işgali sırasında, onun İngilizlerin aleti olduğundan kuşkulanılmaktadır. Dolayısıyla, genel eğilime göre onun tahttan indirilmiş olması Hindistan'da ilgisizlikle karşılanmıştır. Mustafa Kemal ise ülkesinin kurtarıcısı ve İslamın şampiyonu olarak görülmektedir." [4]
--Aslında burdan şöyle bir sonuçta çıkıyor: İngilizler halifeliğin kaldırılmasını istiyor şeklindeki görüş burda çökmüş oluyor. Çünkü görülüyor ki halife onlar için çok değerli "Hindistan'a götürelim" yada "Koruma altına alıyormuş gibi yapıp, saygınlık kazanabiliriz." gibi görüşler halifeliğin kaldırılmasının İngilizler için ne kadar hassas olduğunu gözler önüne sürüyor.--

Vahdettin'in Kaçışı! Yurtdışındaki İhanetleri! ABD Başkanı'na Yazdığı Mektup! ve Sefaleti!
İstanbul İşgal Kuvvetleri Komutanı General Harrington, Padişah'ın yaveri Fahri Engin'le görüşerek Vahdettin'e şu mesajı göndermiştir:

"Vaziyet Türkiye'de gittikçe fena bir şekil alıyor, Padişah isterse, kendisini Malaya gemimizle, Malta'ya nakledebiliriz. Durum düzelince memleketine dönerler. ."

Fahri Engin, Harrington'un bu mesajını Vahdettin'e iletirken Fddişahı şöyle gözlemlemiştir: "Padişah beni iç mabeyn dairesinde kabul etti. Arkasında ropdöşambr vardı, yüzü tıraşlı, üzgün. Teklifi dinledi. Sonunda hiçbir şey söylemedi, sadece 'gidebilirsiniz' dedi. Benimle ikinci bir temas olmadı. Fakat Padişah'ın eşlerinden birinin erkek kardeşi olan Yarbay Zeki'nin, bu işler hakkında Harrington'la temasta olduğunu öğrendim."

Tahtını ve tacını istemeyerek bırakmak zorunda kalan Vahdettin, 16 Kasım 1922'de İstanbul İşgal Orduları Komutanı General Harrington'a, "İstanbul'da hayatımı tehlikede gördüğümden İngiltere devletine sığınır ve bir an önce başka bir yere götürülmemi talep ederim efendim. Müslümanların Halifesi Mehmet Vahdettin." diye kısa bir mektup yazarak, İngilizlerden sığınma talep etmiştir.

Vahdettin'in Türkiye'den kaçarken, gerek Harrington'a yazdığı mektubu "Müslümanların halifesi Mehmet Vahdettin" olarak imzalaması ve gerekse halifelik makamından istifa etmediğini açıklaması, onun "halifeliği" kullanmak istediğini göstermektedir. Kurnaz Padişah, İngilizlerin kendisini, "halifelik" sıfatı nedeniyle koruduklarını iyi bildiğinden bu sıfata sıkıca sarılmışa benzemektedir. Nitekim daha sonra "Kral Hüseyin'in kendisini davet ettiğini" söyleyerek Malta'dan Mekke'ye gitmesi, oradan da yine Müslümanların yaşadığı Mısır, Ürdün veya Kıbrıs'a geçmek istemesi, onun halifeliğin gücünü kullanarak ayakta kalmaya çalıştığını göstermektedir. Turgut Özakman'ın dediği gibi, "Düşmana sığınan, yani resmi esareti kabul eden bir halifenin halifeliği devam eder mi? Tabii ki etmez!" Ama "Büyük vatan dostu Sultan Vahdettin Han (!)" onursuzca vatanını terk ederken, "Ben hâlâ halifeyim!" diyerek, kendi canını koruma pahasına onu kullanmak isteyen İngilizlere büyük bir koz vermiştir.

Vahdettin, halifelik zırhına sıkıca sarılırken devreye giren Atatürk ve TBMM, 18 Kasım 1922'de üzerinden halifelik sıfatını kaldırıp onun yerine Abdülmecit Efendi'yi halife olarak seçmiştir. Vahdettin'in halifelikten uzaklaştırıldığına ilişkin fetvayı Seriye Vekili Vehbi Hoca yazmıştır.

Böylece halifelik zırhını da kaybeden Vahdettin savunmasız, çırılçıplak adeta ortada kalmıştır.

Hainliğinin farkında olan Vahdettin, yaptıklarının hesabını veremeyeceğini düşünerek, ülkeden kaçmıştır. "Müslümanların halifesi" sıfatını taşıyan Vahdettin, İngilizlere sığınırken hain Mustafa Sabri'ye yazdırıp yayımladığı "Beyannamesinde" vatanını terk edip İngilizlere sığınmasını, bu onursuz davranışını, hiç utanıp sıkılmadan Hz. Muhammed'in "hicreti" ile özdeşleştirebilmiştir:

"Müvekkil-i Zişan olduğum peygamberin hicret sünnetini izledim" diyen Vahdettin beyannamesinin bir yerinde de, "Beni haksız yere ihanetle suçlayanlar, saltanatla hilafeti ayırarak saltanatı Muhammediye'yi yıkmış, sadece vatanlarına değil, İslama da ihanet etmişlerdir!" demiştir.

Vahdettin'in bu beyannamesini inceleyen İlahiyatçı Prof Yaşar Nuri Öztürk şu değerlendirmeyi yapmıştır:

"Dikkat edilirse Vahdettin, Hz. Peygamber'in sıfatının başına bir Hz bile eklemezken, kendisinden 'zişan' (şanlı, şerefli) diye söz ediyor. Hem de Cenab-ı Peygamber'in isminin tam yanında. Halbuki İslam terbiye ve geleneği, o ifadede 'zişan' sıfatının Hz. Peygamber'e verilmesini gerektirir."

Gözleri kör olmuş, kalpleri mühürlenmiş Vahdettinci yazarlar da Vahdettin'in Türkiye'den kaçıp İngilizlere sığınmasını, hiç utanmadan, "hicret" olarak yorumlama aymazlığını göstermişlerdir.

Vahdettin'in bu korkakça ve onursuzca davranışını Hz. Muhammed'in hicretiyle bir tutmak, her şeyden önce Hz. Muhammed'e yapılmış büyük bir saygısızlıktır.


[1] Sinan Meydan , Cumhuriyet Tarihi Yalanları
[2] Gotthard Jaeschke , Kurtuluş Savaşı ile İlgili İngiliz Belgeleri
[3] FO 371/17910/E , 12293 İngiliz Arşivi
[4] FO 371/17913/E , 12699 İngiliz Arşivi

Atatürk'e 40 Bin Altın Yalanı


Yalanlardan biri de Atatürk, Kurtuluş Savaşı'nı başlatmak için Anadolu'ya giderken Vahdettin'in Atatürk'e 40.000 altın verdiği iddiasıdır!
Örneğin, Nihal Atsız, "Vahdettin, Mustafa Kemal Paşa'ya teşkilat yapması için 40.000 altın vermiştir. Bu paranın önemli kısmı, eskiden beri beslediği değerli yarış atlarını satmak suretiyle elde edilmiştir." demiştir. Ancak Vahdettin'in at beslediğine ilişkin en ufak bir belge veya bilgi yoktur. İyi bir binici olduğu da (bu at besleme hikayesi için) sonradan kurgulanmıştır. Vahdettin'in, Atatürk'e, 40.000 altın verdiği iddiası, Necip Fazıl'dan, Kadir Mısıroğlu'na kadar bütün Vahdettinci yazarların dört elle sarıldıkları bir yalandır.

Matematik biliminden ve fizik kurallarından habersiz oldukları anlaşılmaktadır. Bu matematik ve Fizik cahili yazarlara Turgut Özakman, "40.000 altının nasıl taşındığını" sormuştur? Bir altın 7.6 gram olduğuna göre 40.000 altın 304 bin gram, yani 304 kilo eder. Doğal olarak altınların sandıklara yerleştirilmesi gerekir. Her sandık 50 kilo olsa, 304 kilo altın 6 sandık eder. "Altı sandık dolusu altın saraydan Şişli'deki eve, Şişli'den Galata rıhtımına, rıhtımdan motora, motordan Bandırma gemisine, gemiden Samsun rıhtımına, oradan Mıntıka Palas oteline, oradan Havza'ya, Amasya'ya, Erzincan'a, Sivas'a, Erzurum'a, Kırşehir'e, Kayseri'ye, Ankara'ya nasıl taşınır? Kimler taşır? Hiç kimsenin ilgi ve merakını çekmez, biri bile 'bunlar nedir' diye sormaz mı? Mesela Refet Paşa, K. Karabekir Paşa, Rauf Bey, bu esrarlı sandıklardan neden hiç söz etmiyorlar? Mustafa Kemal sandıklarda altın olduğunu arkadaşlarına söylediyse neden hiçbiri bugüne kadar bu altınlar konusuna değinmedi? Neden gerektikçe altınları harcamayıp da ona buna muhtaç oldular?"

Atatürk ve arkadaşlarının yanında üç küçük döküntü otomobil vardır. Sadece 3-4 kişinin binebildiği bu araçlara, ayrıca özel eşyaların, tüfeklerin ve dosyaların da konulduğu düşünülecek olursa 40 ton, yani 6 sandık altın nereye nasıl konulmuştur? [1]

Bandırma vapurunu arayan İngilizler bu altınları neden görememiştir? Bandırma vapurunda bulunan 23 kişiden herhangi biri ve daha sonra Kurtuluş Savaşı boyunca Atatürk'ün yanında yakında yer alan yüzlerce kişiden hiçbiri neden bu altınlardan söz etmemiştir?

Atatürk'e verildiği iddia edilen 40.000 altın yalancı tarihçiler tarafından açık artırma misali sürekli artırılmış ve en sonunda çok uçuk bir rakama, 400.000 altına kadar çıkmıştır.

Atatürk'e Dahiliye Nezareti ödeneğinden 1000 lira ile 23 karargâh mensubunun 3 aylık maaşları, yollukları ve yüzde 50 zam verilmiştir.(Atatürk'ün imzaladığı bu 1000 liralık makbuzun klişesini, eski Dahiliye Nazırı Mehmet Ali yayınlamıştır. Ayrıca, Atatürk'ün bu paranın sarfı ile ilgili telgrafı 28 Mayıs 1919'da Vekiller Heyeti' nde görüşülmüş, gereğine karar verilmiş, karar tutanağına yazılmış, yani devletin kayıtlarına geçmiştir. ortada gizli saklı hiçbir şey yoktur. )
Ayrıca değişik ihtiyaçlar için de 25.000 lira verilmiştir. (Bu iddia belgelenememiştir.)

Atatürk ve 23 kişilik kuruluna verilen bu paranın ne kadar yetersiz olduğunu anlamak için bir örnek verelim: 1920'de Sadrazam Damat Ferit, birkaç kişilik heyetiyle Paris Barış Görüşmeleri'ne giderken kendisine 70.000 lira verilmiştir.

Atatürk, Anadolu'ya geçtikten sonra büyük para sıkıntısı çekmiştir.

Örneğin, Erzurum'dan Sivas'a giderken yaşanan para sıkıntısı Binbaşı Süleyman Bey'in verdiği 900 lirayla çözülmüştür. [2]

Erzurum Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti üyeleri de kendi aralarında topladıkları 1000 lirayı Atatürk ve heyetine vermişlerdir.[3] Otomobillerin benzini Sivas-Amerikan okulunca karşılanmıştır. (Atatürk, kendisine ayrılan üç otomobilin Anadolu'da benzini bitince istanbul'dan benzin istemiştir. Bunun üzerine alınan 1000 kilo benzin Samsuna gönderilmemiş ya da gönderilememiştir.)
Sivas Osmanlı Bankası Müdürü'nden 1000 lira ödünç alınmıştır. Hacı Bektaş Dergâhı Şeyhi Cemalettin Efendi de Atatürk'ün heyetine bir miktar yardım yapmıştır.[4]

Atatürk ve heyeti Sivas'tan Ankara'ya hareket ederken tam anlamıyla "yoksulluk" içindedir. Bu yoksulluğu, Mazhar Müfit Kansu, "Bütün paramız, yol için yirmi yumurta, bir okka peynir ve on ekmeğe yettiğinden bunları aldırdık." diyerek ifade etmiştir. Ayrıca, aylarca sabahları bir bardak çay ile bir dilim ekmek yediklerini belirten [2] Kansu, "Ekmekçilere bile verecek paramız kalmamıştı... Benim bir kürküm vardı. Erzurumlu Nafiz Bey'e müracaat ederek sattırılmasını rica ettim. Nafiz Bey, 'Ocak ayı içindeyiz, ne giyeceksin?' diye satmamakta ısrar ettiyse de ne olursa olsun kulağıma giremezdi. Aç mı kalacaktık? Nihayet onu da sattık. Kimsede satılacak bir şey kalmadı. Paşa ile bu hususta bir çare bulamayarak, 'Hele sabah olsun' diyerek odalarımıza çekildik. Ankara'ya geldiğimiz zaman hemen bir hafta bizi belediye besledi" diyerek yaşadıkları "yoksulluğu" gözler önüne sermiştir.

Atatürk, Samsun'a çıktıktan yedi buçuk ay sonra Ankara'ya geldiğinde yaşadığı "para sıkıntısından", Ankara Müftüsü Rıfat Börekçi'nin Ankara tüccarından toplayıp kendisine verdiği 1000 lirayla biraz olsun kurtulmuştur. [2] Paranın geldiği gün et ve helva ziyafeti verilmesine karar verilmiştir. Her zaman çorba içilmesine alışık olanlar, et yemeği gelince şaşkınlıklarını gizleyememişlerdir. Atatürk, Ankara'da TBMM açılırken yeni sivil elbisesi olmadığı için Erzurum Valisi Münir Bey'in sivil elbiselerini giymiştir. Ancak elbise biraz üstünden akar gibidir. İstanbulin denilen uzun ceket biraz büyük gelmiştir, reye pantolon uzun ve iğreti durmaktadır. En kötüsü de pek sevilmeyen ciğer rengindeki festir.[2]

Atatürk'ün, yeni Türkiye'nin kuruluşlunu simgeleyen TBMM'nin açılışına, "emanet" elbiseyle katılması yaşadığı ekonomik sıkıntının en açık kanıtlarından biridir. Atatürk, 3 Mayıs 1920'de Kazım Karabekir'e çektiği telgrafta "Elde beş para bulunmadığı malum-u devletleridir. Şimdilik içerde bir kaynak da bulunmuyor" demiştir.[5]

Rauf Orbay anılarında, Atatürk'ün İstanbul'dan hareketinden önce kendisine, "Para meselesini ne yapacağız? Girişeceğimiz işlerde şüphesiz ki paraya ihtiyacımız olacak. Fakat biliyorsun bende biraz para vardı, hepsini Minber (gazetesi) yuttu. Sen de benden farklı değilsin. Aylıklarımızla ne yapabiliriz" dediğini anlatmıştır. Rauf Orbay bu "para meselesini" Topçuoğlu Nazmi Bey'e açmış, Nazmi Bey de hiç tereddüt etmeden Rauf Bey'e 5000 lira vermiştir. Rauf Bey, "Biz Amasya'dan itibaren her işimizi bu para ile gördük. Bu para bitince, Sivas Kongresi'ne giderken Erzurum Müdafaa-i Hukuk Heyeti bize bin lira kadar para temin etmişti" diyerek para sıkıntısına dikkat çekmiştir.[1]

Ayrıca Kılıç Ali de, Ali Galip olayında el koydukları 6000 altını Atatürk'e teslim etmiştir. Atatürk, o para yokluğunda duyduğu sevinci, "Bu çok büyük bir para. Bizimkilere öyle birdenbire söyleme yüreklerine iner!" diyerek ifade etmiştir.[1]

Atatürk, Anadolu'da bir ara konuklarına kahve ikram edemez derecede parasız kalmıştır. Kurtuluş Savaşı'nın hangi ekonomik güçlüklerle kazanıldığını görmek isteyenlerin Atatürk'ün,

Sakarya Savaşı öncesinde 8 Ağustos 1921 tarihinde yayınladığı Tekalif-i Milliye Emirleri'ne bakmalarını öneriyorum: Atatürk, ordunun ihtiyaçlarını karşılamak için, çarıktan çoraba, iç çamaşırdan iğne ipliğe, ekmekten çiviye kadar her şeyi halktan istemiştir.

Siz bütün bu gerçekleri bir yana bırakarak utanıp sıkılmadan hangi 40.000 altından söz ediyorsunuz? Siz bu milletle dalga mı geçiyorsunuz?

Turgut Özakman'ın dediği gibi, "İstanbul'dan o kadar altınla yola çıktılarsa neden oradan buradan yardım almak zorunda kalmışlar? Mustafa Kemal ne yaptı o kırk bin ya da yüz binlerce altını? Sakın Samsun'daki otelin bodrumuna ya da Havza'daki termal hamamın havuzunun altına gömmüş olmasın! Definecilere duyurulur!"

Atatürk Anadolu'ya giderken kendisine sadece 1000 lira verenler, Atatürk'ü yok edip Milli harekete son vermek için kurdukları Kuvayı İnzibatiye'ye tamı tamına 1.250.850 lira ödenek ayırmışlardır.

----------------------------------------------------

[1] Sinan Meydan , Cumhuriyet Tarihi Yalanları
[2] Kansu , Erzurum'dan Ölümüne Kadar Atatürk'le Beraber
[3] Cevat Dursunoğlu , Milli Mücadelede Erzurum
[4] Doğan Avcıoğlu , Türkiye'nin Düzeni
[5] Kazım Karabekir , İstiklal Harbimiz

Vahdettin Hazineyi Soymadı Aldatmacası ve Sefaleti Yalanı

Vahdettin'in "hazineyi soymadığını" iddia edenler, bu iddialarını kanıtlamak için padişahın paraya pula düşkün olmadığını ileri sürmüşlerdir. Ancak II. Abdülhamit'in kızı Şadiye Osmanoğlu, babasından kalan içi mücevher dolu bir çantanın Vahdettin'in çok ilgisini çektiğini ve Vahdettin'in o çantayı vermemek için "birtakım itirazlar icat ettiğini" belirtmiştir.

Lütfi Simavi de anılarında, "Vahdettin Efendi'nin Paraya Karşı Olan Aşırı Sevgisi" başlığı altında onun paraya çok düşkün olduğunu; ağabeyi Sultan Reşat'tan kalan paraları yasal mirasçılarına vermeyip "kendi keyfince harcadığını", bu parayla bir takım saray eşyası ve sofra takımları yaptırdığını "büyük bir şaşkınlık içinde öğrendim" diyerek ifade etmiştir.

Öncelikle, evet! Vahdettin isteseydi, hazinenin tümünü değil ama "yükte hafifi pahada ağır bazı şeyleri pekala götürebilirdi". Ancak Özakman'ın da belirttiği gibi, "Vahdettin, anlaşılan aile içi para ilişkilerinde zayıf ama töreye karşı dikkatli" olduğundan, tarihi öneme sahip değerli parçaları sarayda bırakmıştır. Örneğin Kaşıkçı elmasını cebine atmadan gitmişti. Eğer bunları çalsaydı Vahdettin'e "hırsız" dememiz gerekirdi. Ancak Vahdettin'in hırsız olmaması, hain olmadığı anlamına gelmez; çünkü her hırsız hain olmadığı gibi, her hain de hırsız değildir! Nedim Çakmak'ın dediği gibi, "Vahdettin haindi, ama hırsız değildi!"

 Bu gerçeğin altını çizdikten sonra şimdi gelelim, "Vahdettin'in hazineyi soymadığı" ve "parasız pulsuz" Türkiye'den kaçtığı iddiasına!

Öncelikle, Osmanlıda iki tür hazine vardır. Bunlardan biri devlet hazinesi olan Hazine-i Birun, yani dış hazine, diğeri ise, Hazine-i Enderun, yani iç hazine.

İç hazinedeki giriş çıkışlar Padişahın emriyle ve bilgisi dahilinde yapılmaktadır. Tarihçi Ubucini, "Bu hazine kayıtsız şartsız milletin malıdır. Hüküm süren sultan bu hazinenin sadece koruyucusudur" demiştir. İç hazinenin Ceyb-i Humayun denilen kısmı ise padişahın gündelik masrafları için kurulmuştur. Gelirleri arasında Mısır irsaliyesi, darphane faizleri, hediyeler, müsadereler vb bulunan bu hazineden padişaha her ay belli bir miktar maaş ödenmektedir. Tanzimat'tan sonra padişahların bütün hazineyi istedikleri gibi kullanmalarının önüne geçilmiş ve padişahlara belli bir miktar maaş ödenmesine başlanmıştır.

Eğer Vahdettin, Tanzimat'tan önce yaşamış bir padişah olsaydı, Refi Cevat Ulunay, İsmail Hami Danişment, K. Mısıroğlu ve N. Fazıl Kısakürek gibi yazarların "Vahdettin makbuz karşılığında isteseydi bütün hazineyi götürebilirdi" iddiasına hak verilebilirdi, ancak 1922 yılında bir padişahın elini kolunu sallayarak hazineyi götürmesine imkan yoktur. Bu yüzden Vahdettin geçici olarak yanında bulunan ve Hazine-i Hümayun'a ait olan "altın çekmeceyi", Kıyametname adlı kitabı" ve "Kur'an mahfazasını" yanına almamış, geri vermiştir ki, bu durum Osmanlı töresinin bir gereğidir.
Ayrıca, Büyük Taarruz kazanılıp İzmir kurtarıldıktan hemen sonra Refet Paşa TBMM'yi temsilen İstanbul'a gelerek Tevfik Paşa'dan yönetimi devralmıştır. Padişah Vahdettin'le de görüşen Refet Paşa, İstanbul'daki bütün yönetim merkezleriyle birlikte aralarında Yıldız ve Topkapı saraylarının da olduğu tarihi yerleri kontrol altına almıştır. Bu nedenle aslında Vahdettin, istese de Osmanlı hazinesini götürecek durumda değildir.

Ayrıca Vahdettin'in hazineyi soymasına da hiç gerek yoktu; çünkü zaten çok zengindi. Ağabeyi Sultan Reşat'ın ödeneği 20.000 altındı. Ayrıca saltanat mülklerinden gelen gelirleri de vardı. Ayrıca yıllık 50.000 lira ziyafet ve seyahat ödeneği almaktaydı.

Vahdettin'in aylık ödeneği (1995 itibariyle) 80 milyar lira tutmaktadır. 1918 temmuz'undan 1922 Kasım'ına kadar 51 ay tahtta kaldığına göre devletten toplam 1.020.000 altın (yaklaşık 4 trilyon lira) ödenek almıştır.

Peki, Vahdettin Türkiye'den ayrılırken yanına ne kadar para almıştır? Aslında bu konuda kesin bir belge yoktur. Değişik kaynaklarda bu para, 3000 lira ile, 50.000 lira ve 23.000 altın arasında değişmektedir.

Vahdettin Avrupa'da kendi el yazısıyla, "Önce İstanbul'daki Milli Banka'da (National Bank) olup kısa bir süre sonra British Corparation'a nakledilen 20.000 sterlin tutarındaki şahsi servetim ile on yaşındaki oğlum Ertuğrul Efendi adına Milli Banka'ya yatırılan birkaç bin sterlin bu kurumlarda kalsın. İngiliz Dışişleri'ne bildirdiğim zaman hizmetime sunulsun" demiştir.

Tütüncübaşı Şükrü Bey'in verdiği bilgiye göre Vahdettin'in yanında ve hesabında 23.000 altın vardır.

Bu (1995 itibariyle) 92 milyar lira etmektedir. Vahdettin, Avrupa'da elindeki bazı mücevherleri satmış ve çok kıymetli bir safir taşını da İngiltere'ye rehin vermiştir. 25 Kasım 1922 tarihli Chronicle Ajansı'nın haberine göre, "Sultan Vahdettin Osmanlı Bankası'-na 75.000 lira yatırmış, bankadaki mücevherlerine karşılık da 50.000 lira almış".

Bu paralara Mediha Sultan İle Kral Hüseyin'in bazı yardımları da eklenince Padişah Vahdettin'in gurbet parası 140 milyarı geçmiştir.


Kaçak Padişahın Sefaletine Üzülmek!

"Vahdettin hain değildir!" diyen düzenbazlar, bir yandan da onu acındırmaya çalışmaktadırlar. Bunun için "Kaçak Padişah Avrupa'da, para sıkıntısı çekerek sefalet içinde öldüğünü" iddia etmektedirler.

Şimdi gelin, "Kaçak Padişahın Sefaleti" hikayesini şöyle bir inceleyelim:

Vahdettin, Malta'dan Avrupa'ya geçmiş ve İtalya'da San Remo'da orta boy bir villaya yerleşmiştir. Daha sonra, İstanbul'da bıraktığı eşleri ve eşlerinin yardımcıları da gelince Magnoli (Manolya) villası adlı büyük bir köşkte yaşamaya başlamıştır. Köşkün yıllığı 600 İngiliz lirasıdır.

Vahdettin'in öldükten sonra yastığının altında alamadığı ilaçların reçetelerinin bulunduğunu söyleyen Tarık Mümtaz Göztepe, Vahdettin'in bu köşkteki yaşamını şöyle anlatmaktadır:
"Nefis bir saray yavrusu olan villa 40 odası, 15 dönümden geniş bir portakal, limon korusu ve bahçesi bulunan, beyaz renkli mükellef bir kasırdı... İstanbul'dan gelen harem erkânı... kadınefendileriyle, hazinedar us-talarıyla mükellef bir harem hayatı meydana gelmiş, musahipler, yaverler ve esvapçıbaşından, ibriktarbaşına kadar bütün beyler kadrosu kuruluvermiş ve meşhur Mabeyni Hümayun tam tertip canlanmıştı... Osmanlı İmparatorluğu'nun bütün teşrifat ve merasim usulleri olanca titizliğiyle korunuyordu... Yaver Zeki bu küçük kasırda kalıyordu. Burası dominyonlarda görevli zengin ve hakim-i mutlak İngiliz sömürgecilerine parmak ısırtacak bir refah ve konfor bolluğu içinde yüzüyordu... "

Vahdettin'in sefaletine bakar mısınız?

Göztepe'yi dinlemeye devam edelim: "Sultan Vahdettin adamlarına, Padişahlığı esnasında aldıkları maaşları, gurbette de fazlasıyla ve düzenli olarak veriyordu. Bu bol maaşlı kapı yoldaşlarına gün doğmuştu. Hepsi de İstanbul'daki ikbal günlerinde aldıkları maaşlardan yüksek aylık alıyor. Ayrıca da Yıldız Sarayı'nın meşhur mutfağını aratmayacak mükellef ve zengin bir mutfak, sofra sofra yemekler yetiştiriyordu. Öğle ve akşam yemeklerine, burada bir de mükellef sabah ve ikindi kahvaltıları ilave edilmişti. Yıldız Sarayı'nın o zengin ve meşhur mutfağı, çeşit ve nefasetinden çok şey kaybetmeden San Remo'da da devam ediyordu."

Görüldüğü gibi Padişah Vahdettin, San Remo'da adeta bir eli yağda bir eli balda "zevk-ü sefa" içinde yaşamaktadır.

Peki ama bu bolluk, bu şatafatlı yaşam nasıl sona ermiş de Vahdettin parasız pulsuz kalmıştır?

Öncelikle Vahdettin, San Remo'da kaldığı köşkte -eski alışkanlıkla- elindeki paranın bir gün biteceğini bilmeden İkincisi de yanında bulundurduğu bazı kişiler "hovardaca", Vahdettin'in servetini göz açıp kapayıncaya kadar eritmişlerdir.

Yine Tarık Mümtaz Göztepe'ye kulak verelim: "Yaver Zeki'-den başka, iki içki düşkünü ve keyif ehli daha vardı. Bunlardan biri İkinci Musahip Mazhar Ağa, diğeri de Tütüncübaşı Şükrü Bey. Bunlar sakızlı mastika ve düz rakının adeta küplüsü olmuşlardı. Şükrü, San Remo'ya gelince işi adamakıllı ayyaşlığa dökmüş ve postu San Remo meyhanelerine ve pavyonlarına kurmuştu. Mazhar Ağa da akşam olup da içki zamanı gelince kafayı iyice tütsüleyip körkütük oluyordu... Üçüncü Musahip Hayrettin Ağa da şehrin gezip tozma yerlerini zevk ve safa köşelerini karış karış biliyordu... Yaverler, mabeynciler, ağalar ve beyler, mirasyediler gibi bir tatil ve hava değişikliği hayatı sürüyorlardı."

Özakman'ın dediği gibi, "Bu gereksiz, özenti, gösterişli hayata, bu hesapsızlığa ve savurganlığa para mı dayanır? "

Vahdettin'in servetini tüketen başka bir etken de Padişahın, bazı maceracıların aklına uyarak Türkiye Cumhuriyeti ve Atatürk'e karşı bazı projelere paraca destek olmasıdır. Bu maceracılar San Remo'da kaldıkları sürece onların bütün masraflarını da Vahdettin karşılamıştır. Tarık Mümtaz Göztepe'nin anlattıklarına göre San Ramo'ya gelerek Vahdettin'i ziyaret eden Vehip Paşa, Gümülcineli İsmail, eski İç İşleri Bakanlarından Mehmet Ali Bey "Atatürk'ün hakkından gelmek için" Vahdettin'den para istemişler, Vahdettin de bu hainlere 2000 İngiliz lirası vermiştir. Ayrıca, bir Yunan albayıyla birlikte Vahdettin'i ziyaret etmeye gelen "Atatürk düşmanı" Mevlanzade Rıfat, Yunanistan'la birlikte Ankara'ya karşı bir anlaşma yapmak istediğini bildirerek Vahdettin'den para sızdırmıştır. Hatta San Remo'da Vahdetti-n'e bağlı Türkiye karşıtı Tarikat-ı Selahiye adlı bir örgüt kurulmuştur. Bu örgütün, Vahdettin'le yurt dışına gitmekten pişman olan ve Türkiye'ye dönmek isteyen Dr. Reşat Paşa'yı öldürdüğü iddia edilmiştir. Yılmaz Çetiner, Vahdettin'in, oğlu Ertuğrul Efendi'nin öğrenimi için ayırdığı 5000 lirayı bile Türkiye Cumhuriyeti'ne ve Atatürk'e karşı "teşkilat" yapmak için geldiklerini söyleyen bu kişilere verdiğini belirtmiştir.

Atilla İlhan, Vahdettin'in yurt dışındayken, Türkiye Cumhuriyeti'ne karşı tertiplerin içinde yer aldığını şöyle ifade etmiştir.
"Sevr Antlaşması'nı imzalayan Rıza Tevfik o kadarla kalsa iyi, Vahdettin'i Hilafet ve saltanat tahtına iade etmek amacıyla... faaliyet gösteren Hilafet-i Kübra Cemiyeti'nin de gözdesiydi. Bu cemiyetin icra komitesi Romanya'da... bir toplantı yapıyor, aldığı karar, Başkan Mehmet Ali Bey'in San Remo'da bulunan Zat-ı Şaha-ne'ye müstakbel bir kabine önerilme-sidir ki, üyeler arasında adı geçen Dahiliye Nazırı olarak gösterilmiş, Vahdettin'in onayı alınmıştı. Ne demek bu? Milli Mücadele başarılı olmuş, ülkede yeni bir düzen kurulmuş, onlar hala bir karşı inkılap tertibi içindedirler.Yani nehir Ankara'ya ters akıyor. Şeyh Sait İsyanı'nda bu kanadın, isyanın beyni sayılan Şeyh Seyit Abdülkadir'le irtibatı meydana çıkıyor. İddiaya bakılırsa Şeyh Sait'in iki oğlundan birisi, yurt dışında Zat-ı Şahane ile, öbürü yurt içinde Şeyh Abdülkadir'le temas halindeymiş!"

Vahdettin, biraz da çevresini saran Türkiye ve Atatürk düşmanlarının etkisiyle, yurt dışındayken de "ihanette" sınır tanımamıştır. Öyle ki, Cumhuriyet Türkiye'sini ABD'ye şikayet ederek ABD'den bile yardım istemiştir.

Vahdettin'in ABD Başkanı'na Yazdığı Mektup!

Vahdettin, San-Remo'da bulunduğu günlerde ABD Başkanı'na bir mektup yazmıştır. Bu mektup, Halis Reşat Bey tarafından Paris'te bulunan Amerikan elçiliğine teslim edilmiştir. Elçilik de bu mektubun orijinalini ve İngilizce çevirisini I5 Nisan 1924 tarihli yazısıyla Washington'a göndermiştir.

Vahdettin'in mektubu Amerika Birleşik Devletleri Ulusal Arşivi'nde 86700/1788 numarada kayıtlıdır.

İşte o ibretlik, tarihi mektup:

"Amerika Cemahir-i Müttefikiye Reisi Mösyo Coolidge Cenahlarına Siyasi olayların ve gelişmelerin tüm iç yüzünü, hangi nedenlerden dolayı Saltanat merkezimi geçici bir süre için terk etmek zorunda kaldığımı biliyorsunuz. Bu konuda ayrıntılı bilgi sunmayı gereksiz görüyorum.

Bu süresiz uzaklaşmanın, bahadan kalma sahip olduğum Saltanat ve Hilafet makamından vazgeçtiğim anlamına gelmeyeceği açıktır. Ankara meclisi gibi bir isyancı fitnenin hu konuda alacağı tüm kararların geçersiz olacağını bildiririm. Şöyle ki; İslam Hilafetinin Osmanlı Saltanatı'ndan soyutlanması ve ayrılması ve Hilafetin tümüyle kaldırılması dini, kavmiyeti, vatanı belirsiz ve karışık askerlerden ve öteki sınıflardan oluşan küçük bir şer zümresinin kısmen zorla ve kısmen bilgisizlik ve gafletle yönlendirdiği

Beş-altı milyonluk Türk kavminin yetki alanı içinde değildir. Bu ancak tüm İslam dünyasınca atanan uzman kişilerden oluşan bir meclisin toplanması ve tüm din bilginlerinin ortak kararı ile çözümlenecek büyük bir evrensel sorundur. İslam bilginlerinin bildiği üzere şeriata aykırı kararlar herhangi makamdan olursa olsun sonuçsuz kalmaya mahkumdur.

Bundan başka bu durumun, içinde bulunulan koşullarda İslam dünyasında sonuçları pek vahim olabilecek büyük bir heyecana yol açacaktır. Ayrıca gelişmiş ülkelerin iç güvenliklerine de büyük bir etki yapacaktır.

Hanedanımın ileri gelenleri aleyhinde Ankara meclisi tarafından kabul edilen sürgün ve kovma, emlakine ve bireysel mallarına el koyma gibi haksız kararları hanedanım bireylerini, insan ve kişilik haklarından soyutlar mahiyettedir.

Bu konuda yüce kişiliğiniz ve cumhuriyet hükümetiniz tarafından olanaklar ölçüsünde yapılabilecek yardımları pek değerli sayacağımı açıklamaya gerek yoktur. Bu vesile ile sağlıklı olmanızı yüce haktan niyaz eylerim.

13 Mart 1924. Mehmed Vahideddin"

Vahdettin'in 1924 yılında ABD Başkanı'na yazdığı bu mektup, Vahdettin'i aklayıp "Büyük vatan dostu!" yapmaya çalışanların fena halde yanıldıklarını gözler önüne sermektedir.

Bu belge, Vahdettin'in Kurtuluş Savaşı sırasındaki hıyanetleri bir yana, asıl büyük "hıyanetini" San Remo'da-ki sürgün günlerinde yaptığını göstermektedir.

Vahdettin'in ABD Başkanı'na yazdığı mektuptaki bazı ifadeleri "hıyanetin" yazıya dökülüş, belgelenmiş halidir.

Bakın ne diyor Vahdettin:

"Saltanat merkezini geçici bir süre terk etmek zorunda kaldım!"

"Saltanat ve Hilafet makamından vazgeçmiş değilim!"

"Ankara Meclisi, bir isyancı fitnedir ve alacağı bütün kararlar geçersizdir!"

"Türkiye Büyük Millet Meclisi dini, ırkı, vatanı belirsiz ve karışık askerlerden ve öteki sınıflardan oluşan küçük bir şer zümresidir."

"Saltanatla Hilafetin birbirinden ayrılıp kaldırılması, bu şer zümresinin kısmen zorla ve kısmen bilgisizlik ve gafletle yönlendirdiği beş-altı milyonluk Türk milletinin yetki alanı içinde değildir."

"Saltanatın ve Hilafetin kaldırılması şeriata aykırıdır! İslam bilginlerinin bildiği üzere şeriata aykırı kararlar herhangi makamdan olursa olsun sonuçsuz kalmaya mahkumdur."

"Hilafetin kaldırılması gelişmiş ülkelerin iç güvenliklerine büyük etki yapacaktır!"

"Hanedanımın ileri gelenleri aleyhinde Ankara meclisi tarafından kabul edilen sürgün ve kovma, emlakine ve bireysel mallarına el koyma gibi haksız kararları insan haklarına aykırıdır."

"Bu konuda ABD Başkanının yapacağı yardımları pek değerli sayarım!"

"Hilafetin kaldırılması gelişmiş ülkelerin iç güvenliklerine büyük etki yapacaktır" diyen Vahdettin'in Türk milletinin iç güvenliğini değil de gelişmiş milletlerin(İngiltere, ABD gibi...) iç güvenliğini düşünmesi "Hilafetin kaldırılması gelişmiş milletlere zarar verir" diyerek ABD'yi kışkırtmaya çalışması, kelimenin tam anlamıyla "hainliktir".

İşte, yurt dışında bulunduğu sırada Türkiye ve Atatürk aleyhine hiçbir olumsuz işe girişmediği söylenen Vahdettin'in Türkiye karşıtı bazı marifetleri! Ayrıca İngiliz arşivlerinde ele geçirilen bazı belgeler, Vahdettin'in Avrupa'dayken İngiliz yetkililerine yazdığı bazı mektuplarda Atatürk için, "küfre varan derecede ağır ifadeler" kullandığı görülmüştür. "Vahdettin, Atatürk'e bir bakıma düşman, çünkü Atatürk onu tahtından indirdi, saltanatına son verdi..."

Vahdettin'in paralarının suyunu çekmesini sağlayan son etken, Yaveri Zeki'nin San Remo'daki rezillikleridir. "Ele geçirdiği serveti, vur patlasın çal oynasın, har vurup harman savurmuş, delice bir hırsla giyime ve içkiye harcamış, sonunda kumarda bitirmiştir."

Vahdettin'in parasız kaldığı o günlerde bir Osmanlı generali Atatürk'ten yardım istemiştir. Hasan Rıza Soyak'a göre Vahdettin'in para sıkıntısını anlatan generalin mektubunu alan Atatürk, üzülmüş ve hatta gözleri yaşararak şunları söylemiştir:
 "Gördün mü dünyanın halini çocuk? Nerde o görkem, nerede o ululuk, nerede o saltanat! Şimdi hepsinin yerinde yeller esiyor. Bu alemde hiçbir şeye güvenilmez! Nasıl yardım edilebilir? Benim kişisel servetim yok ki, devlet hazinesi ise fakir! Hem zengin bile olsa oradan yardıma hiç hakkımız yok. Memleketin en bayındır yerleri, özellikle son ölüm kalım mücadelemizde yıkıntıya uğradı. Söz konusu olan kişinin de yanılgıları yüzünden vatan hak ve savunması için boğuşma zorunda kalarak şehit olan memleket bireyleri, arkalarında yüz binlerce yetim ve kimsesiz insan bırakmış bulunuyor. Devlet gelirlerini ancak memleketin bayındırlığına ve bu zavallıları yaşatmaya harcayabiliriz. Onun için bu konuyu bırakalım çocuk. Yalnız mektubu bir belge olarak özellikle sakla."

Görüldüğü gibi Atatürk, Vahdettin'in durumuna üzülmekle birlikte "Devlet gelirlerini, Vahdettin'in yanlışları yüzünden şehit düşen Mehmetçiklerin geride kalan yetim ve kimsesiz çocuklarını yaşatmaya harcamalıyız" diyerek yardım etmemiştir.

Vahdettin, 15/16 Mayıs 1926 gecesi, kalp krizinden ölmüştür. Ailesinin isteği üzerine otopsi yapılarak cenazesi Şam'a nakledilmek istenmiş, ancak 120.000 lira borcu olduğu için İtalyan alacaklıları tarafından cenazesine haciz konulmuş ve bu yüzden cenaze bir ay evde kalmıştır: Bir ay sonra kızı Sabiha Sultan para bularak cenazeyi Şam'a naklettirmiş ve Vahdettin'in cenazesi burada Sultan Selim Camii'nin bahçesine defnedilmiştir.