15 Kasım 2014 Cumartesi

İsmet İnönü ve Harf İnkilabı Yorumu (Yalancıların Bir Mumu Daha Söndü)

İnternette özellikle harf inkilabına muhalefet etmek için İsmet İnönü'nün ağzından söylenmiş gibi gösterilen bazı sözler vardı. Hatta bunları sadece yazı şeklinde değil, resim formatlarına çevirerek twitter ve facebook üzerinden paylaşılmıştı. Bu yazılanların doğru olmadığını ben biliyordum, fakat bu sözler o kadar çok kullanya başlandı ki, bu sözlerin doğru olduğunu muhalefet etmeyenler bile kabul etmişti. Bu yüzden bir yalanı daha ortaya çıkarmak gerekti.

İnternette dolaşan metin bu;
 "Harf devriminin tek amacı ve hatta en önemli amacı, okuma yazmanın yaygınlaşmasını sağlama değildir. Okur-yazar oranının düşük oluşunun yegâne sebebi alfabenin öğrenilmesinin zor olması değildi. Uzun yıllar devlet, eğitim sorununa eğilmemiş, kütlesel eğitime önem vermemişti. Devrimin temel gayelerinden biri yeni nesillere geçmişin kapılarını kapamak, Arap-İslâm dünyası ile bağları koparmak ve dinin toplum üzerindeki etkisini zayıflatmaktı. Yeni nesiller, eski yazıyı öğrenemeyecekler, yeni yazı ile çıkan eserleri de biz denetleyecektik. Din eserleri eski yazıyla yazılmış olduğundan okunmayacak, dinin toplum üzerindeki etkisi azalacaktı.”
Kaynak: İsmet İnönü Hatıralar Cilt 2, Sahife 223 Bilgi Yayınevi 1985

İsmet İnönü'nün ne kadar dindar bir insan olduğunu bilmesem, belki bir nebze inanırdım, içime kuşku düşerdi ama nafile. Gelgelim o dönemde "Arap-İslam dünyası" diye bir tabiri kullanmak İsmet İnönü'nün aklına bile gelmez. Ayrıca; bahsedilen kitabın 2.cildi 1985'te değil 1987 de çıkmıştır, uyduran bunu bile bilmiyor. Bu uydurma biraz "Atatürk'ün Annesine Atılan İftira"ya benzemiş, dil ve mantık hataları var. Neyse fazla uzatmadan orjinalini görelim;
 


Diyor ki;
"Esas olarak Harf İnkılabı'nın taraftarıyım. Başlangıçta gösterdiğim mukavemet, anlattığım sebeplere dayanıyordu ve Atatürk benim bu mukavemetimi samimi olarak karşılıyordu. Kendisi; bir emrivaki yaparak bu inkılabı kabul ettiririm, İsmet Paşa'nın söylediği doğru, ben de uyarım, hep beraber çalışmalıyız, çalışırız, olur biter diye düşünüyordu. Onda böyle samimi bir kanaat vardı.
Bugünlere ait bir olayı hatırlarım. Atatürk, yanında bazı kimseler olduğu halde, bir yerde çalışıyor. Önünde eski yazıyla yazılmış birçok kâğıt var. Akşam üzeri ben kendisini görmeye gittim. İsmet Paşa geliyor, diye haber verirler. Hepsi telaşa düşer. Masanın üzerindeki kâğıtları kaldırırlar.
Sözünde duruyor. Fakat acele bir iş yapılacağı zaman ve onun istediği vesika veya notu herkes kolayına geldiği gibi eski yazıyla verince ne olacak? Tabii çaresiz bir vaziyet.
Bu son zamanlarda bile, koalisyon hükümeti olarak çalışırken, bakarım yanımda oturan Alican defterini çıkarır, eski yazı ile yazar. İçimden, şartlar müsait olsa ben sana gösteririm, derim. Bırakalım bunu, kendi partimizin adamına bir şey yapamaz hale geldim. Şimdi serbest... Herkesin cep defterine ne karışırsın, oldu...
Harf İnkılabı bir okuma yazma kolaylığına bağlanamaz. Okuma yazma kolaylığı Enver Paşa'yı tahrik eden sebeptir. Ama, Harf İnkılabı'nın bizde tesiri ve büyük faydası, kültür değişmesini kolaylaştırmasıdır. İster istemez Arap kültüründen koptuk. Arap kültürünün ve Arap dilinin tesiri hakkında, yeni nesiller bizim kadar fikir edinemezler. Bir misal olarak söylemek isterim: Benim çocukluğumda kültür sahibi adamlar, Türk dilinin kifayetsizliğinden, eksikliğinden meyus olarak bahsederlerdi ve bunun için cemiyet içinde hem Türkiye diye bir millet olarak Araptan ayrılığı kaldırmalıydık, hem de sağlam bir dile kavuşmak maksadıyla Arapçayı kabul etmeliydik, derlerdi. Yani vaktiyle devleti kurarken ve Türk dilini yaparken Arap dilini kabul etmek doğru olacaktı, görüşünü hararetle savunurlardı.
Anadolu'da ilk Türk devletini kuranların hepsi Türk beyi olarak devlet başına geçmişler ve milli hususiyetlerini muhafaza etmişlerdir. Sonra Osmanlılar devrinde, edebiyat vesilesiyle dil ihtiyacı genişledikçe sanatı Arap dili üzerinde işlemek hevesi milli kültürü zayıflatmıştır. Bizim devrimizde Latin harflerine geçmek Türk dilini ve milli kültürü kurtarmak için esaslı bir etken olmuştur.
Şimdi, bütün sapmalara rağmen, yazıyı yeni harflerle öğrenmiş olanlar eski harflere dönemezler. Kuran kursuna gidenler için de böyledir.
Harf İnkılabı'nı burada bağlayacağım. İnkılap ilan edildiği zaman herkes iki yazı ile başladı. Hükümet başında bulunduğum için gayet sıkı ve ciddi takip ederek devlet dairelerinden eski yazının kalkmasına çalıştım. Ne kadar sürdü, şimdi söyleyemeyeceğim, fakat asgari bir müddet zarfında resmi dairelerden eski yazı kalktı. Devlet memurları içinde eski yazıyı müsvedde olarak kullanmakta devam edenler, bu yazıyı bilmeyen insanlar memur olup işbaşına geldikçe, tabiatıyla seyrekleşti.
Harf İnkılabı', kadınların cemiyete girmesi ve erkeklerle eşit hale gelmesi, ancak zamanla yerleşecek inkılaplardır. Bunu bilerek inkılapları değerlendirmek lazımdır."


Yazılanlar ortada. İsmet İnönü, Arap kültüründen koptuk diyor, inkilabın amaçlarından biri buydu diyor. Bu durum ülkemizdeki Arap sevicilerini rahatsız ediyor haliyle. O dönemde eğer ilerlemek istiyorsan iki seçenek vardı; 1-Arapçayı toptan alıp, Türkçeyi sileceksin. 2-Türkçeyi ihya edeceksin. Hepimizin bildiği gibi ikinci seçenek uygulandı. Doğru olan yapıldı. Gel gelelim Osmanlıca'nın kullandığı alfabe Arap alfabesi bile değil, Arapların kullandığı alfabeyi kullansak zaten Türkçe diye bir şey kalmazdı, o yüzden Fars Alfabesi kullanmışızdır, Bunun sebebi, Fars alfabesinde, Arap alfabesinden fazla sesli harf olmasıdır. Bu bile Türkçe'ye uygun olmadığından, okuma yazma bilenler Türkçe kelimeleri yazmada zorlandıklarından kısa yolu kullanarak Arapça ya da Farsça kelimeler kullanmışlardır. Zaten bu durum da yapay bir dil olan Osmanlıca'yı doğurmuştur.

Harf Devriminde amaç bellidir. Amaç, yapay bir dil olan Osmanlıcanın yerine gerçek kimliğini bulmuş Türkçeyi yerleştirmek ve böylece açık seçik bir ortak dilin sağladığı yararları tüm ulusa sunmaktır. Hiç kuşkusuz dil, bir milletin adeta var olduğunun kanıtıdır.

Dersim İsyanı ve Seyit Rıza

1937/38′de yaşanan Dersim isyanı, bu bölgedeki en son ayaklanmadır. Ve ayaklanmanın Alevilerin haklarıyla ya da talepleriyle en küçük ilgisi yoktur. Bölgedeki derebeyleri, seyit olsun, aşiret reisi olsun; Aleviler uğruna tek kurşun atmamışlardır. Ve bu derebeyleri; kendilerine Alevi kesimi temsil ederek gelen iki önemli Alevi büyüğünü de reddetmişlerdir.

Hacı Bektaş-ı Veli dergahının son postnişi Cemalettin Çelebi Milli Mücadele döneminde Mustafa Kemal Paşa ile işbirliği yapmıştır, Amasya Tamimi'nde imzası olan kişidir. Ne hikmetse Dersim eşrafından bazı aşiretler Milli Mücadele'ye destek vermek şöyle dursun, köstek olmuşlar ve hatta Yunanlılarla Batı Cephesi'nde savaşırken, arkamızdan isyan çıkarmışlardır.

Dersim olaylarını Alevi hareketi gibi gösterme gayreti, 1919′dan beri sürdürülen Kürdistan yaratma projesinin bir parçasıdır.

 Tunceli bölgesini gezenler göreceklerdir ki; burası yerleşime uygun olmayan; ulaşılması çok zor bir coğrafyadır. Daha çok devlet baskısından kaçan grupların saklandıkları bir coğrafya özelliğini gösterir Tunceli. Sivas’ın doğusuna kadan uzanan bir bölgeyi kapsayan Tunceli’nin en eski halkı Zaza’lardır. Bunların dili ve kültürü ile Kürtlerin dili ve kültürü arasında hiçbir bağ yoktur. Bu bölgeye Türkler; MÖ 5. yüzyılda Kafkasya’nın kuzeyinden inmişlerdir. Sakaların (Sarı Türkler) kalıntıları bölgede beyaz tenli, yeşil gözlü insanlar olarak karşımıza çıkıyor. MS 395′den başlayarak Hun Türklerinin Ağaçeri (Tahtacı) kolu da Kafkasları aşarak Bizans’la işbirliği halinde bu bölgeye ve Toroslara yerleştiler. Daha sonra Oğuzlar 950′lerden itibaren bölgeye geldiler. Buralar daha sonra Türkmenlerin elinde kaldı. İran’da Alevi (Kızılbaş) Türkmen devleti devleti kuran Şah İsmail, Tunceli’nin çevresine de hakim oldu. 1514′te çaldıran Savaşı’ndan sonra Osmanlılar Tebriz’e kadar girdiler. Bu süreçte Kürtler; Osmanlılara yardım ettiler. Fakat Kemah; Alevilerin elinde idi. Burasını 1515 mayısında zorlu bir kuşatma ile Yavuz Selim ele geçirdi. Bölgedeki Alevilerin son kalesi düşünce buradaki Alevi Türkmenler de Tunceli bölgesine kaçtılar. Böylece; Tunceli’deki Türkmen nüfus yoğunluk kazandı. Bu dönemde Tunceli ve çevresinde Kürtler yoktu. Onlar daha çok İran sınırında bulunuyorlardı. Osmanlılar ile birleşen Kürtler; Kızılbaş Türkmenlere kılıç sallamaya başlayınca; devletin desteği ile Batı’ya doğru yayılma fırsatı elde ettiler. Tarih açıkça gösteriyor ki; Kürt derebeyleri; Doğu Anadolu’daki Alevi Türkmenleri yok etmede Osmanlı Devleti ile işbirliği yaptılar.(Ayrıca bakınız: İdris-i Bitlisi, Kanuni Sultan Süleyman'ın 38 Kürt aşiret beyine fermanı) Farklı bir etnik kökenden gelip bugün Kürtçülük yapan Ahmet Türk; dedesinin daha 20. yüzyılın başlarında Hamidiye Alayı bayraktarı olarak bölgedeki Alevilere ne yaptığını bilmiyor değil. Kürt derebeylerinin ve Osmanlı yobazlarının Alevilere yaptıkları zulmü, Kemalist cumhuriyete yıkmaya çalışanlara ancak cahiller ve ahmaklar inanır.

 Dersim bölgesi Osmanlılar döneminde yağma hareketleri ile öne çıkmıştır. Kurtuluş Savaşı başlatılırken bu bölgede Koçkırı isyanı patlak verdi. Sivas’ın doğusundaki ve Dersim’in batısındaki Alevi aşiretlerin yer aldığı bu ayaklanmadaki amaç; bağımsız bir Kürt devleti kurmak idi. Bu gerçeği öğrenmek isteyenler, mutlaka; Baytar Nuri diye bilinen Dersimli Veteriner Mehmet Nuri’nin yazdığı Kürdistan Tarihinde Dersim isimli kitabı okumalıdırlar. Baytar Nuri; sıkı bir Kürtçüdür ve Kürdistan Teali Cemiyeti üyesidir. Kitabında, Türklere etmediği hakaret kalmamıştır ve yazdıklarını ‘İntikam, intikam, intikam!’ çığlıkları ile bitirmektedir. Kendisine, Koçkırılı Alişer yardımcı olmaktadır. Bu ikili Seyit Rıza’yı da yönlendirmektedir.

Türkiye, işgal edilmiş; Ankara’da yeni bir Meclis kurulmuştur. Yunan ordusu Batı Anadolu’dan Bursa’ya doğru işgalini sürdürmektedir.

 İşte tam bu sıradaki durumu; Baytar Nuri şöyle anlatıyor: ‘Dersim’e giderek babam ve Seyit Rıza ile görüştüm. Alişer ile işbirliği yapmalarını sağladım. (…) Artık Dersim’de büyük bir kaynaşma başlamış ve Ankara hükümetinden Kürdistan’ın muhtariyetinin kabul edilmesi isteği ileri sürülmüştü. (…) Dersimliler adına mufassal (ayrıntılı) bir rapor tanzim ederek Kürdistan Teali Cemiyeti vasıtasıyla İtilaf Devletleri (işgalci devletler) temsilcilerine gönderdik. (…) bağımsız bir Kürdistan yaratılmasını istedik. (…)336 yılı (1920) başlangıcında Kangal İlçesi’nin Yellice Nahiyesi’nin Hüseyin Abdal tekkesinde önemli bir toplantı yaptırmıştım. (…) toplantıda bulunanların cümlesi ant içerek Sevr Anlaşması’nın takibini ve Diyarbakır, Van, Bitlis, Elaziz, dersim, Koçkırı mıntıkasını ihtiva eden bağımsız bir Kürdistan teşkilini başarmak için silaha sarılmaya ve sonuna kadar savaşmaya tam bir ittifakla karar verdiler. (sayfa 125-126)’
 15 Kasım 1920′de Hozat’ta bir toplantı daha yapılıp Kürdistan’ın tanınması için Ankara’ya ültimatom verilir. Yoksa silahla bu hakkı alacağız diyenler; Batı Dersim Aşiret Reisleri olarak ültimatoma imzalamışlardır. (Aslı için bak: s. 129)
 Ne yazık ki Kuvayı Milliye güçleri Türkiye’yi kurtarmak için Batı’da Yunanlılarla çarpışırken Batı Dersim aşiret reisleri; Seyit Rıza’nın da desteği ile Koçkırı ayaklanmasını başlatmışlardır. Böylece Ankara hükümetini arkadan vurmaya kalkışmışlardır. İşin içinde İngilizlerin olduğunu görmemek mümkün de değildir.
 Kuzeyde Pontusçularla da mücadelenin sürdüğü bir dönemde bu ayaklanma güçlükle bastırılmıştır. İdama mahkum edilenler arasında, kaçaklardan Baytar Nuri ile Alişer olduğu halde; tümü de Atatürk tarafından affedilmişlerdir. Ankara hükümetinin isyanı bastırırken halka dokunulmadığı, Atatürk ve Türk düşmanı Baytar Nuri’nin yazdıklarından anlaşılmasına karşın; günümüzdeki bazı sözde aydınlar; bu operasyonu bile katliam gibi göstermeye çalışmaktadırlar. Halbuki; ankara hükümeti, 1937 yılına kadar Dersimliler’e gayet hoşgörülü davranmıştır.

 İŞTE SİZE SEYİT RIZA

Bugün, Tunceli halkını kışkırtmak isteyenler; 1937/38 Dersim olaylarını ve bu ayaklanmada başroldeki aşiret reisi Seyit Rıza’yı kullanıyorlar. Seyit Rıza’yı ve 7-8 kadar Alevi aşiret reisini kandırarak Kürdistan için ayaklandıranlar; Kürdistan Teali Cemiyeti’nin üyeleridir. Bunlardan birisi Baytar Nuri, diğeri; Koçkırı isyanının elebaşılarından Alişan’ın torunu Alişer’dir.
 Tunceli bölgesindeki aşiretler; silahlı birlikler oluşturmuşlar; Osmanlı Devleti zamanında da çevredeki karakollara ve garnizonlara saldırmışlardır. Böylece yağma ve çapul eylemlerini yaymışlardır. Seyit Rıza da bu çete reislerindendir. Bu eylemleri yüzünden daha Osmanlı Devleti zamanında idama mahkum edilmiştir.

 İşte size o belge:

 ‘(28/Z /1330 (Hicr”) (08.12.1912) Pazartesi: Dersim’in Yukarı Abbasi (Abbas Uşağı) Aşireti Reisi olub gıyaben idam cezasına mahkum olan Seyid Rıza’nın hukuk-ı şahsiye davası baki olmak üzere afvı. (Başbakanlık Osmanlı Arşivleri Dosya No : 156, Gömlek No : 1330/Z-04, Fon kodu : İ,.MMS)’ 

Okuma yazma bile bilmeyen Seyit Rıza; bölgedeki Aleviler tarafından ocak başı da kabul ediliyordu. Ocak kavramının Türklere has olduğu bir gerçek olmasına karşın, Seyit Rıza kendisini Kürt sanıyordu. Bu yüzdendir ki Seyit Rıza, 1921 başlarında başlatılan Batı Dersim aşiretlerinin de yer aldığı Koçkırı İsyanını destekledi. Bu olay Ankara hükümeti tarafından affedildi. Sonraki dönemi Veteriner Nuri şöyle anlatıyor: ‘Dersim fiilen bağımsızdı, idare başkanlığını Seyit Rıza ele almıştı ve Kürdistan adına faaliyetlerine devam ediyordu. (Kürdistan Tarihinde Dersim, s. 132)’
 Seyit Rıza Tunceli merkezi silahlı adamlarıyla işgal ediyor; devlet, araya nasihat heyeti koyuyor; 1924 yılında Hozat’ı basıyor; TBMM’ye nota veriyordu. Bununla da yetinmiyor; Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’na arka çıkarak cumhuriyet düşmanlarını koruyor. Terikkiperverci Hasan Hayri kaçarak onun korumasına giriyor. (Aynı eser, s. 169) ‘Ağdat denilen Seyit Rıza mıntıkasında Kürdistan bayrağı dalgalanıyordu. (sayfa 163)’

 KÜRT AYAKLANMALARINDA

 Türkiye; İngiltere ile Musul sorununu görüşürken, 1925 yılında Şeyh Sait İsyanı patlak verdi. Seyit Rıza ve diğer Kürtçü Dersimliler; bu eyleme katılmadılar. Çünkü; mezhep tartışması yaşanmış ve Şafii Kürtçülerin tutumu; Dersimlileri kızdırmıştı. Lakin; bunlar Türk ordusunun Dersim’e girmesine karşı çıkmışlardı. Buna karşın Doğu Dersim aşiretlerinden Hıran, Lolan, İzolan, Şuran aşiretleri ise Şeyh Sait kuvvetlerine karşı Türk ordusunun yanında savaştılar. Cumhuriyet hükümeti, 1926 sonunda yeni bir af kanunu çıkartarak, devlete karşı isyan etmiş olanları affetti ve Anadolu’nun ortalarına sürülmüş aşiret önderlerinin kendi yurtlarına dönmelerine izin verdi. Atatürk; Dersim’e 1926 yılında arabulucu olarak Vali Ali Cemal’i (Murat Bardakçı’nı dedesi) gönderdi. Bektaşi olan Ali Cemal; Seyit Rıza’ya onca sözler vermesine karşın etki yapamadı. 1927 yılında Koçan Aşireti ile Elazığ’daki Türk askeri gücü arasında çarpışmalar oldu. 1928 ve 1929′da gelen istihbarat bilgileri; Seyit Rıza ile Kürtçü Hoybun Cemiyeti’nin, İngilizlerin, Sultan Abdülhamid’in oğlunun; Dersim’e bağımsızlık sağlamak için savaşan Alişer’in ilişkili olduğunu gösteriyordu. Buna karşın, cumhuriyet hükümeti zor kullanmıyordu. Yeni Vali İbrahim Tali; 1929′da; Seyit Rıza’yı saldırılardan vazgeçirmek için ona 2 bin lira para ve bir sandık dolusu da hediye bile yolluyor; lakin o, rakip aşiretlerin köylerini basıyor; adamları da karakollara saldırıyordu. Bunlar; Doğu’ya doğru yapılan tren hatlarının da Kürtleri imha için yapıldığını yayıyorlardı (Aynı kitap, s. 223). Sivaslı Murat Paşa’yı öldüren çeteler de ona sığınıyorlar; devlet bu adamları teslim etmesini istiyor ama Seyit Rıza reddediyordu (sayfa 207)
 İş bu kadarla da kalmıyor. Ağrı çevresinde yeni bir Kürt isyanı başlayınca Seyit Rıza ve Keçelan aşireti, isyancıları desteklemek amacıyla 1930′da Erzincan ve Erzurum taraflarındaki Türk garnizonlarına saldırılar düzenliyorlar. (Sayfa 256). Bütün bu saldırganlıklara karşın; cumhuriyet yönetimi; Dersimlileri barış yolundan ikna etmek için 1931 yılında üçüncü kez af çıkartmış ve devlete ve şahıslara karşı bu aşiret reislerinin işlediği suçları affetmişti. Lakin; bunca barışçı önlemler bir işe yaramamıştı.

1936 sonlarına doğru Fransa ile Türkiye Hatay sorunu yüzünden savaşın eşiğine gelince; Dersim’deki Kürtçü aşiretler, Seyit Rıza’nın önderliğinde yeniden saldırgan hale geldiler. Hükümetin buraya genel vali olarak gönderdiği General Abdullah Alpdoğan; barış yoluyla Dersim’i ülkenin bir parçası haline getirmek istedi ama Seyit Rıza buna silahla cevap verdi. Böylece 2 yıl sürecek son çatışmalar başlamış oldu.

 Rıza Zelyut'tan derlenmiştir.

5 Temmuz 2014 Cumartesi

Shriners: Fesli Masonlar

        Bazı mason localarına bağlı üyelerin kafalarına fes taktıklarını, loca isimlerinin Bektaşi, İslam, Kuran, Medine gibi  İslami isimler seçtiklerini ve aynı zamanda Amerika'daki en etkili mason locası olduğunu söylesem ne düşünürdünüz?

        Türkiye’de olmamasından dolayı(Türk shrinerlar mevcuttur.)  fazla tanınmayan fakat Amerika’daki en büyük mason topluluklarından birisi olan Shriner mason topluluğu İskoç  yada York ritlerinden sıkılmış iki üstat tarafından oluşturmuş bir locadır. Shrine Riti’ni diğer ritlerden ayıran en önemli özellikleri tahmin edeceğiniz gibi kafalarına taktıkları fes ve localarına koydukları isimlerdir.
Shrinerların kullandığı amblem

        1870 yılında 32. ve 33’üncü derecen mason olan  Walter M. Fleming ve William J. Florence tarafından Arabistan’a bir gezi yaptıktan sonra New York’ta kurulmuştur. Esin kaynakları; Orta-Doğu, Anadolu ve diğer İslam dünyasıdır. Oluşturdukları bu rite ise Shrine(Tapınak), üye olanlara Shriner(Tapınakçı) denir. Shriner’ın bir diğer adı ise  A.A.O.N.M.S. yani Ancient Arabic Order of the Nobles of the Mystic Shrine’dır.  Bu bağlamda birkaç bilgi vermek gerekirse;

  1. Yönetim kurularına Divan denir.
  2. Faaliyetlerinde Fes takarlar. 
  3. Localarının isimleri genellikle Osmanlı, Arap ve İslam kültüründe olan isimlerdir. (Örn: Quran, Medinah, Bektash, Muhammed, Osman, Ararat, Alaaddin, Murat vb...) 
  4. Dünya çapında 350,000’e yakın üyesi ve 200’e yakın tapınakları bulunmaktadır.
  5. Birbilerine selam verirken “Es Selamu Aleykum” derler.
  6. Öğretilerinde tasavvuf önem arzeder.
  7. Sloganları “Güç ve öfke/gazap”dır.
  8. Hastaneleriyle ünlüdürler.Kurdukları hastanelerin büyük kısmı çocuk hastanesidir. Ayrıca kendi yaptırdıkları hastanelerde gönüllü olarak çalışırlar.
  9. Hastanelerdeki çocukları kendi eğlendirirler. Yukarıda bahsettiğim gibi diğer ritlerden sıkılan bu iki üstad masonun oluşturduğu bu rite bağlı Shrinerlar kimi zaman minyatür arabalara binerler, kimi zaman palyaço olurlar.  foto1  foto2
  10. Önemli özelliklerinden biri de Shriner olmak için mutlaka Üstad Mason olmak gerekliliğidir. Üstad Mason olmayan kimse bu rite kabul edilmez. Dolayısıyla büyük kısmı yaşlılardan ve masonluğa büyük emek vermiş insanlardan oluşur.
  11. Derece sistemi yoktur. Rite kabul edilmiş herkes  “kardeş”tir.
  12. Eşlerini “Daughters Of The Nile”(Nil Nehri’nin Kızları) adlı kadın mason locasından seçerler. (Örnek:  29’uncu Amerika başkanı Warren G. Harding (görevi başında ölmüştür.) ve  Daughters Of The Nile üyesi olan eşi Florence Harding.)
  13. Toplantılarını yaptıkları binalara "Temples" yani "Tapınak" derler. Tahmin edeceğiniz gibi bu binaların çoğu adeta birer camiyi andırır. Dışı benzemese bile iç mimarisi mutlaka benzer. Örnek foto1 foto2 foto3 foto4

Ayrıca amblemleri de ilginçtir. Ay-yıldız’ın üzerine bulunan Sfenks ve onun havada durmasını sağlayan kılıç. Bu kılıç aslında hepimizin bildiği Hz.Ali’nin kılıcı, Zülfikardır. Hz.Ali’nin güçlü kuvvetli bir insan olduğunu ve iyi bir savaşçı olduğunu biliyoruz. Shrinerlar bu gücü Ali’ye verenin kılıç olduğunu düşünmektedirler ve bu yüzden bu kılıcı sembollerine eklemişlerdir. 

Bu bilgileri verdikten sonra ne kadar güçlü olduklarını anlatayım isterseniz. Aslında Shriner olan ünlü isimleri sizlerle paylaştığımda ne kadar kuvvetli bir loca olduğunu anlamanız için yeterli olacağını düşünüyorum.
Araştırmalarım sonucu çıkardığım bazı ünlü Shrinerların listesi:
 

Warren Gamaliel Harding , 29. Amerika Başkanı
Franklin Delano Roosevelt, 32. Amerika Başkanı
Harry S. Truman, 33. Amerika Başkanı
Gerald Rudolph Ford, Jr. , 38. Amerika Başkanı
 Hubert Horatio Humphrey, Jr. , 38. Amerika Başkanı Ford’un Yardımcısı
His Majesty David Kalākaua I , Hawaii Krallığının son kralı
Leroy Gordon "Gordo" Cooper, Jr., Project Mercury Astronotu
Virgil Ivan "Gus" Grissom , Project Mercury Astronotu
 Edwin Eugene "Buzz" Aldrin, Jr. , Astronot – Ay’a ayak basan ikinci insan
Mel Blanc, "Bugs Bunny”i seslendiren şahıs
Frank Stallone, Jr., Şarkıcı/Sylvester Stallone'nin kardeşi
John Wayne, Oscar ödüllü oyuncu
John Edgar Hoover,  FBI’ın Kurucusu/  40 küsür sene FBI’ın başında durmuştur.
John George Diefenbaker, 13. Kanada Başkanı
Richard Bernard "Red" Skelton, Radyo ve Televizyon Komedyeni
Luther A. Burbank, Horticulturist ve Naturalist
 David Ragan, NASCAR araba yarışcısı
 Tony Cooper, İngiliz Komedyen
Harold Lloyd, Ünlü sessiz sinema aktörü ve komedyen
 Elijah Muhammed,  ABD’de “İslam Ümmeti”  kurucusu
Adamın solundaki
ambleme dikkat


Görüldüğü üzere çok etkili isimlere sahipler. Şuan Amerika Başkanı olan Obama’nın da Shriner olduğunu söyleyenler var fakat herhangi resmini yada belgesini bulamadığımdan listeye ilave etmedim. Fesli foroğrafları ve üzerinde “İslam, Allah vb” isim yazan  cisimler gördüklerini iddia eden bazı Amerika’lı gazeteciler Obama için müslüman olabilir demişlerdi. Bu bağlamda Obama’nın da shriner olması yüksek bir olasılıktır. Bilmediğimiz daha birçok ünlü isim Shriner olabilme olasılığı var tabi.

Bir noktaya ayrıca değinmek istiyorum. Son resimde Elijah Muhammed ismi var. Elijah Muhammed’in kurduğu örgüt, MalcomX’in de uzun zaman için bulunduğu “İslam Ümmeti” olarak bilinen siyahların üstün ırk olduğunu iddia eden "ırkçı" bir örgüttür. Ayrıca kendisini peygamber dahi ilan etmiştir. Birde beyazların üstün ırk olarak gören bir örgüttür vardır. Bu örgütün ismi ise “Ku Klux Klan”dır. Şimdi bu örgütün kullandığı giysiye bakalım.(Sağdaki kukuletalı resim) 


Shrinerlar her alana mutlaka bir şekilde el atmışlardır. Televizyon, radyo, istihbarat, uzay, siyaset, bilim, hertürlü sanayi alanlarında mutlaka bir eli bulunmaktadırlar.
Örneğin; televizyon izlerken shrinerların bize zaman zaman mesaj yolladığını biliyor muydunuz? Bu yazıyı okumayı bitirdikten sonra görmeye başlayacağınıza emin olabilirsiniz. Ülkemizde paranoya haline gelmiş olan İlluminati işaretleri bulma olayına artık birde fes ve üzerinde ay-yıldız arama yada shrine sembolü arama alışkanlığı eklenecek gibi görünüyor. Sizden ricam sizi hem şaşırtacak hemde bilgilendirecek olan şu resimlere bakmanız ;




İlk Shrinerlar
Güç ve öfke/gazap
Güç ve öfke/gazap
İlk Shrinerlar
Hiyerarşi (En üste Shriner, altında Masonlar)
Warren Harding ve diğer Shrinerlar oval ofisteler(beyaz saray)
Gizli ritüellerin yazılı olduğu kitap
George Jessel ve Marilyn Monroe(Kafasında Shrine fesi var)
Tomb Stone filmi (1993)
Man of the Moon (1999)
Kiss Me Stupid (1964)
Big Fish (2003)
The Simpsons
Family Guy'dan Stewie
The Simpsons
Sünger Bob
Gravity Falls'tan Stan


Shriner'a üye olduğuna dair belge örneği







13 Ekim 2013 Pazar

Atatürk'ün Prenses Mevhibe Celaleddin'e Verdiği Gizli Görev

Atatürk'ün Anadolu'ya geçmeden önceki değinme ve girişimleri arasında bir de çok dikkate değer bir olay vardır: Prenses Mevhibe Celaleddin'e verdiği gizli görev...

Prenses Mevhibe Celaleddin, II.Abdulhamit'in kardeşi Cemile Sultan'ın torunudur. Öyle ki Atatürk, Samsun'a gitmeden önce Mevhibe Celaleddin'in Şişli'deki evine gitmiş ve Samsun'a beraber gitmeyi teklif etmiştir. Fakat bu saraylı prenses teklifi kabul etmemiştir. Eğer prenses Mustafa Kemal'le Samsun'a gitseydi neler olurdu? Bu konuyu hayal gücünüze bırakıyorum.

Asıl konumuza dönersek, Prenses Mevhibe Celaleddin anılarını, Vatan gazetesimde "Geçmiş Zaman Olur ki" adı altında yayımlanmıştır. Olayı aynı kaynaktan aktarıyorum:

Tarih 19 Nisan, 1919. Pazar günü.

"Şimdi inkilap Müzesi olan ev, o zamanlar mustarip vatanı kurtarmaya azmetmiş, Mustafa Kemal'e bağlı bir avuç yurtseverin toplantı yeri haline gelmişti."
"Paşa'nın tam karşısında Şişli'nin en büyük konaklarından biri vardı, Merhum Ethem Paşa'nın konağı olan bu yer, İtalyan İşgal Kuvvetler Komutanı Kolonel Roletto tarafından işgal edilmişti, "Bir gün Cevat Abbas (Gürer) gelip Paşa'nın beni çağırdığını haber verdi. Derhal gittim. Eve girince Paşa'yı büyük salonda ahbaplariyle oturur, konuşur buldum. Beni görünce ayağa kalktı ve yanındakilerden müsaade istedi. Beraberce küçük bir odaya girdik. Yalnız kalır kalmaz ilk sözü şu oldu;

-Gelecek hafta Roletto'nun şu karşımızdaki evinde balo verilecek. Sizin bu baloya muhakkak gitmenizi istiyorum.
-Aman Paşam, dedim; davetsiz baloya gidilir mi? Hem ben kimseyi tanımıyorum ki.

-Bu sizin için basit bir şeydir; halledebilirsiniz. Bunu sizden bekliyorum.
Bu, adeta bir emirdi. Güldüm:
-Mademki emrediyorsunuz, ne yapıp yapar, giderim.
Paşa da gülümsedi:
-Emir değil, rica ediyorum
-Peki, bir yolunu bulup baloya gittim. Orada ne yapacağım? Ne yapmamı istiyorsunuz?
-Bu işi halledin, ondan sonra sizinle uzunboylu konuşuruz.

"Eve döndüğüm zaman bir hayli düşünceliydim. Baloya gitmemezlik olamazdı. Bana bir vazife verilmişti. Fakat bu işi nasıl başaracaktım?
Bir hayli düşündükten sonra nihayet aklıma bir hal çaresi geldi. Perapalas Oteli'nin müdürünün karısı Madam Martin delaletiyle bir davetiye temine muvaffak oldum."
"...Ertesi sabah hizmetçim beni uyandırdı. Saat henüz sekizdi. Erken uyandırılışımın nedenini sordum.
"-Paşanın emirberi geldi. Kendisi rahatsızmış sizi istemiş" dedi.

Acele giyindim ve evine gittim. Tevfik Rüştü ve Dr.Rasim Ferit beyler orada idi. Mustafa Kemal'in hafif mide humması geçiridiğini söylediler. On yedi gün bu hastalığında üçümüz de kendisine baktık.

"Hastalığının üçüncü günü merhur balo gelip çatmıştı. Bu baloya hangi sebeple ve neyi öğrenmek için gideceğimi hala bilmiyordum. Sordum:
-Paşam, dedim; bu gece karşıda balo var, gidecek miyim?
Ateşli olmasına rağmen yerinde doğruldu ve gözleri parladı:
-Tabi gideceksiniz.
-Peki ama ne yapak için?
-Sahi. Orada kimlerin bulunduğunu ve neler konuşulduğunu bana haber vermenizi istiyorum.
"Bu arada, şimdi burada adını açıklamak istemediğim bir kişinin kimlerle konuştuğunu da öğrenmek istedi ve ilave etti:
-Balodan çıkar çıkmaz ne kadar geç olursa olsun buraya uğrayıp haber verin.
-Aman Paşam, nasıl olur! Karşında çıkıp buraya geldiğimi görmezler mi?
-Hakkınız var. Yarına kadar beklemeliyim.

"Mustafa Kemal'den talimat aldıktan sonra evime döndüm. 

Balo gecesi içeriye girdiğim zaman ışıktan gözlerim kamaştı. Rengarenk tuvaletli kadınlar, üniformalı subaylar salonları doldurmuş, eğlence kıyamet almış yürümüştü. Altmışa yakın kır saçlı adam olan ev sahibi Kolonel Roletto beni büyük bir zerafetle karşıladı. Kolumdan tutarak büyük salona götürdü ve İtalyan ordasuna bağlı subaylarla ayrı ayrı tanıştırdı. Tanıştığım insanlarla konuşurken bir yandan da etrafı kolaçan ediyor, kimlerin bulunduğunu bulmaya çalışıyordum. Davetliler arasında bir iki tanıdık aile, adlarını bilmediğim bir sürü şişli hanımı ve birkaç da Türk erkeği vardı.

Saat ikiye kadar etrafımı iyice tetkik ettim. Öğrenmek istediğimi öğrendikten sonra Kolonelden müsaade istedim ve salondan çıktım. Kapıları açık duran yan odalar, sızmış kadınlar ve subaylarla dolu idi. Bunlara adeta içim sızlayarak baktım ve kapıya indim.

"Ertesi gün ilk işim Mustafa Kemal'e giderek gördüklerimi anlatmak oldu. Beni dinlerken kendi kendine:
"Bunların sonu gelecek. Bunların sonu gelecek" diye mırıldanıyordu. Dayanamadım:
-Nasıl gelecek Paşam, diye sordum. "Bu iş nasıl olacak?"
"-Onu şimdi söyleyemem, fakat yakındır."


"Mustafa Kemal'in evindeki toplantılar sıklaşmış, görüşmeler hararetlenmişti. Bir plan kuruluyor ve vatanı kurtarmak için gece gündüz çalışılıyordu."


Mevhibe Celaleddin'in anlattığı bu olay, Mustafa Kemal'in kurutuluş yollarını ararken çevresinde olup bitenlerle ilgilenmesi, bu hususta bir tanıdığını görevlendirip bilgi edinmesi, ona göre tutumuna yol vermiş olduğunu anlamamız açısından önemli olduğunu düşündüğüm için sizinle paylaşma gereği duydum.

24 Ekim 2012 Çarşamba

Mustafa Armağan'ın 21 Ekim 2012 Tarihli Yazısına Yanıt


http://www.mustafaarmagan.com.tr/genel/85-yasindaki-nutuk-tabu-olmaktan-cikarilmali/

Mustafa Armağan yine emir verildiği şekilde yazılarını yazmaya devam ediyor. Yazısında Nutuk'un yanlış tarih anlattığını, hataların olduğunu ve bu hataların bilerek yapıldığını, bu hataların da bilerek veya bilmeyerek ortaya çıkarılmadığını yazmış.

Nutuk'un tarih hatalarını ortaya çıkarmak için "Nutuk uzmanları"nın yetişmesi gerektiğini söylemiş... Nutuk uzmanı olarak Kazım Karabekir'i örnek göstermiş.

Şöyle diyor Armağan;
"Karabekir Paşa göz hapsinde tutulduğu yıllarda oturmuş, itiraz ve cevaplarını Nutuk’un 1927 tarihli Osmanlıca baskısının kenarına yazmış. (...) bu kitabı incelediğinizde Karabekir Paşa’nın Nutuk’u nasıl dikkatle irdelediğini, adeta röntgenini çektiğini görürsünüz.

Mesela Mustafa Kemal Paşa’nın bir ismi kasıtlı olarak değiştirdiğini iddia ediyor. Nutuk’un 171. sayfasında İstanbul hükümetinin Anadolu’ya heyetler göndermeye başladığı, bunlardan birinin Harbiye Nezareti eski Müsteşarı Ahmed Fevzi Paşa olduğu yazılıdır. Gerçi Ahmed Fevzi Paşa diye biri vardır ama gelen kişi, Karabekir Paşa’ya göre o değil, bildiğimiz Mareşal Fevzi (Çakmak) Paşa’dır! Şöyle yazar:

“Bu ismin kitapta kasden değiştirildiği kanaatindeyim. Müşir Fevzi Çakmak’tır. Sabık Müsteşar Ahmet Fevzi Paşa değildi.” Diyeceksiniz ki, bunun ne önemi var? Şu bakımdan önemli ki, Nutuk yazıldığı tarihte Fevzi Çakmak Genelkurmay Başkanı’dır. İstanbul hükümetinin Kasım 1919’da Anadolu’ya gönderdiği heyet ise Karabekir Paşa’nın hatıratına göre gerçekte Mustafa Kemal’i yakalayıp İstanbul’a götürmek için gelmiştir! Sizin anlayacağınız, Gazi Paşa Nutuk’u yazarken “tarihi ayarlamak”ta, bir zamanlar kendisine pek yakın durmayan Mustafa Fevzi (Çakmak) Paşa’yı muhtemel ithamlardan korumak için gelen kişiyi Ahmed Fevzi Paşa imiş gibi göstermeye çalışmaktadır."

Mustafa Armağan'ın "Karabekir Paşa dediyse doğrudur." tavrının, ideolojik olduğu bellidir.

Şimdi cevap verelim;

İlk olarak Kasım 1919'da gelen heyetin Mustafa Kemal'i yakalamak için gelmeyeceğini ya da daha doğrusu dönemin hükümetinin böyle birşey yapmayacağını anlatalım. Bunu anlattıktan sonra ismin hiçbir önemi kalmayacaktır. Fevzi Çakmak ya da Ahmed Fevzi Paşa farketmeyecektir.
Karabekir Paşa, Kasım 1919'da gelen heyetin Mustafa Kemal'in yakalanması için gönderildiğini öne sürüyor. Bu heyeti gönderen dönemin hükümetidir. O dönemde ise Ali Rıza Paşa Hükümeti bulunmaktaydı.(Fevzi Çakmak Harbiye Nazırlığı yapmıştır) Ali Rıza Paşa Hükümeti dolaylı yollardan milli harekete yardım etmektedir. Hatta Ali Rıza Paşa Hükümeti, işbirliği daha ileri götürmek için Anadolu'ya Bah.Naz. Salih Paşa'yı göndererek "Amasya Görüşmeleri"ni gerçekleştirmiştir.

Şimdi, daha öncesine gidelim, Atatürk daha Samsun'a çıkmadan önceki döneme... Bu dönemde konuştuğu kişiler arasında Ali Rıza Paşa'da bulunmaktadır. Hatta Atatürk'ün Anadolu'ya geçip, milli hareket başlatacağını Ali Rıza Paşa bilmektedir. Gelin şimdi Avlonyalı Cemalletin Paşa'ya kulak verelim:
 "Mustafa Kemal'i eniştem Ali Rıza Paşa tanıyordu. Hareket Ordusu ile onun yanında bulunmuştum. Ali Rıza Paşa, Mahmut Şevket Paşa'nın kurmay başkanı idi. Balkan Harbi'ne de girmiş bulunan Ali Rıza Paşa, Mustafa Kemal'i, hareketli, hesaplı bir subay olarak pek beğenirdi. Bu ilk görüşmemiz gecesinde geç vakitlere kadar Mustafa Kemal'in sohbetlerine doyamadık. Bize çok şeyler söyledi. Çok mühim görüşmelerden söz etti. Ona doyamadan ayrıldık. Bu konuşmadan sonra Ali Rıza Paşa'yı gördüm. Bana gizlice bir haber verdi. "Çok mühim söylüyorum, lütfen kimseye bahsetmeyin" dedi. "Mustafa Kemal Paşa, Anadolu'ya geçiyor." Şaşırmıştım. "Nasıl?" dedim, "bir maksatla mı?" "Evet" dedi. "Kendisini tayin ettiriyor; fakat maksadı başka, orada bir direniş cephesi hazırlayacak"...

Görüldüğü gibi Ali Rıza Paşa milli hareketten haberdardır. 2 Ekim 1919'da Ali Rıza Paşa Hükümeti kurulmuştur ve kurulduğu andan itibaren Atatürk tarafından telgraf yağmuruna tutulmuştur. 3 Ekim 1919'da Atatürk, telgrafında bazı isteklerde bulunmuştur. Bunların bazıları şöyledir: Milli harekete karşı oldukları için işinden alınanların tekrar görevlerine dönmesi, milli hareket yanlısı olanlar için başlatılan yargı sürecinin durdurulması, Erzurum ve Sivas Kongresi kararlarına uyulması vs...
7 Ekim 1919'da Cemal Paşa, bu isteklerin neredeyse tamamın kabul ettiklerini bildirmiştir. Bunun üzerine Atatürk de hükümete teşekkür etmiştir. 
Ayrıca, başta Ali Rıza Paşa Hükümeti olmak üzere Salih Paşa Hükümeti de gizli yollardan Anadolu'ya silah sokmuş ve devlet içindeki İngilizci bürokratları görevden almışlardır. Ali Rıza Paşa Hükümeti 20-22 Ekim 1919'da Salih Paşa'yı Atatürk ile görüşmek üzere Anadolu'ya göndermiştir. Yapılan Amasya Görüşmeleri sonucunda:

1.Osmanlı Yönetimi İstanbulda toplanması şartıyla Mebusan Meclisinin açılmasını kabul etti.
2.Temsil Kurulu rızasını almadan barış görüşmesine gitmeme kararını reddetti.
3.İstanbul, Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti'ni ve Temsil kurulunu tanıdı.
4.Anadolu hareketi İstanbul hükümetine karşı siyasal bir başarı kazandı.
5.İstanbul, Atatürk'ün deyimiyle Anadolu'ya tabi olmak zorunda kaldı.


Kısaca Kasım 1919'da Ali Rıza Paşa Hükümeti'nin Mustafa Kemal'i yakalamak için kişi gönderdiği doğru değildir. Hele bu kişinin Fevzi Çakmak olması tamamen hayal ürünüdür. Kazım Karabekir'in milli hareket ve Atatürk konusunda bilmediği çok şey olduğu kesindir. Peki gönderilen kişi neden Fevzi Çakmak olamaz? Cevap verelim:

Gelen aslında Fevzi Çakmak olabilir ama Atatürk'ü yakalamak için gelmesi ve Kazım Karabekir'in iddasına göre "gelen kişiyi ikna etmesi" felan gerçekten hayal ürünüdür. Fevzi Çakmak, Atatürk'ün Samsun'a gönderilmesi için baskı yapanlardan bir tanesidir.
Fevzi Paşa, Yakup Şevki Paşa’nın boşalttığı alana Mustafa Kemal’in ordu müfettişi olarak görevlendirilmesi lüzumuna İtilaf kuvvetlerini şöyle ikna etmişti:
"(…)Samsun birliklerinden bir makineli tüfek bölüğüne mensup Mülazım Hamdi Bey’in bir makineli tüfek ve bir miktar asker ile dağa çıkarak Türk çetelere zahir olması İşgal Kuvvetleri Kumandanını büsbütün şüpheye düşürmüştü. Erkan-ı Harbiye-i Umumiye’ye memur olan İtilaf kuvvetlerinin zabitleri sık sık yanıma gelerek benden bu hususta tafsilat almak istiyorlardı. Mustafa Kemal Paşa’nın Almanlara ve Enver Paşa’ya aleyhdâr olduğunu söyleyerek yeni vazifesine (9’uncu Ordu Kıtaatı Müfettişliği) gidince bütün bunların bertaraf olacağını anlatıyordum. Bu sebeple Atatürk’ün hareketini tasvip hatta tacil ediyorlardı (hızlandırıyorlardı).” 

Ayrıca, Atatürk'ün anlaştığı kişilerden biri de Fevzi Çakmaktır.

Erkan-ı Harbiye Reisi Fevzi Paşa ile Cevat Paşa arasında 15 Mayıs 1919’da devir-teslim işleri yapılırken IX. Ordu Kıt’aatı Müfettişliğine tayin edilen Mustafa Kemal Paşa kendilerini ziyarete gelir. Bu ziyaret sırasında bu üçlü arasında, Fevzi Paşa’nın “Üçlü Misak” adını verdiği, bir mutabakat yapılır. Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Reisliğini Cevat Paşa’ya devir için bir araya gelen Fevzi Paşa bu hadiseyi aşağıdaki gibi anlatır:

“Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Reisliğinde bulunduğum beş ay zarfında yapılan mahrem işleri ve tasavvurlarımı kendisine açmakta bir beis görmedim. Ve bilakis bunu bir vatan ve memleket borcu bildim. Bu maksatla ve kendisiyle mahrem olarak görüşmek üzere 15 Mayıs 1919 da Erkânı Harbiye-i Umumiye dairesine geldim.

Cevat Paşa ile uzun müzakerelerden sonra şunlara karar verildi.

1)Zaten kararlaşmış olan üç ordu müfettişliğinin bir an evvel teşkili ile ordunun emir ve kumandasının tanzimi.
(Birinci müfettişlik İstanbul’da idi. Kumandanı da ben idim. İkinci müfettişlik Konya’da ve kumandanı da zaten orada bulunan Mersinli Cemal Paşa ve Üçüncü müfettişlik Erzurum’da ve kumandanı da oraya gitmekte olan Mustafa Kemal Paşa olacaktı.)
2) Mümkün olduğu kadar çok miktarda silah ve mühimmatın Anadolu’da toplanması ve İtilaf devletlerine teslim edilmemesi.
3) İstanbul Hükûmeti tamamen İşgal Kuvvetlerinin elinde esir olduğundan buradan verilecek emirlerin icra edilmemesi.
4) Milli galeyandan istifade olunarak (Kuvayi Milliye) teşkili ve Milli İdare vücuda getirilmesi.
5) Artık mutlak müdafaada kalınmayarak tecavüzkâr düşmanlarımız üzerine mukabil taarruza geçilmesi.

Bu beş maddenin tahakkuku için lazım gelen teşebbüslerin tafsilatına geçtiğimiz sırada Samsun’a hareket etmek üzere bulunan Mustafa Kemal Paşa veda için Erkânı Harbiye-i Umumiye dairesine geldi. Şimdi üçümüz beraber gayet samimi bir surette umumî vaziyeti mütalâa ve tetkike koyulduk. Mustafa Kemal Paşa’da bu beş maddeyi muvafık gördü. Anadolu’da bir Milli İdareyi nasıl vücuda getireceğimizi konuşurken Mustafa Kemal Paşa büyük bir metanetle şunları söyledi: "Zaten ben bunu tahakkuk ettirmek üzere Anadolu’ya gidiyorum. Buradan verilen emirleri dinlemeyeceğim. Kahraman milletimin sinesinde hayatımı feda edinceye kadar çalışacağım."

Bu sözlerden duyduğumuz heyecanla ayağa kalktık. Mustafa Kemal Paşa’nın ellerine sarıldık, gözlerimiz yaşlı, vatanın kurtulması için beraber çalışacağımıza ve bu uğurda hiçbir şeyden çekinmeyeceğimize üçümüz beraber yemin ettik. Ve bu azimle Milli İstiklale kavuştuk."

Kazım Karabekir'in Nutuk'a Yanıtı( İddalar Dayanıksız)



Atatürk Nutuk'u, 1927 yılının 15-20 Ekim günleri arasında CHP Kurultayında okumuş ve ilk kez 1927 yılında yayınlanmıştır.


Kâzım Karabekir Paşa ise Nutuk'un ilk baskısı üzerinde el yazıları ile notlar düşmüş ve «Hakikat mihveri yahut hata-sevap cetveli» başlığı ile Nutuk'a yanıtlar vermiştir.

İşte Karabekir Paşa'nın yazdığı notlar;

-------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

«Osmanlı Ordusu her tarafta zedelenmiş.. sözü doğru değildir. Şarktaki ordu İran ve Kafkas Azerbeycan'ında birçok zaferler kazanarak oralara yerleş­miş bulunuyordu. Hatta Şimalî Kafkasya'ya bile hâkim ol­maya başlamıştı. Mağlûp ve perişan olan Filistin'deki Yıl­dırım Ordusu idi. Az sonra Musul, cenubundaki ordu peri­şan olmuştu.»


«(Ordunun elinden esliha ve cephanesi alınmış ve alın­makta.)
Bu sözden, şarktaki, adına Onbeşinci Kolordu namı verilen Dokuzuncu Kolordu (4 fırkalı) müstesnadır. Ben silâh vermediğim gibi İstanbul dahilinde olduğu halde di­ğer kolorduların da elinden silâh ve cephaneleri alınmı­yordu.»


(...)


«(Beni İstanbul'dan neyf ve ted'ib maksadıyla Anado­lu'ya gönderenler...) kaydında, bana Anadolu'ya geleceğini vaad ettiği halde neden önce Konya’daki ordu müfettişliğine (kendi harp ettiği ordu bakiyesi) tayin olunduğu halde, hastayım, terfi isterim diyerek kabul etmediğinin hakiki sebebini yaz­mıyor. Sebep, hâlâ İstanbul'da Harbiye Nazırlığını alarak kalmaya çalışması ve Padişah Vahdettin'e damat olmaya uğraşmasıdır. (...) Nitekim Konya'ya gitmeyi kabul etme­yince oraya yine Filistin'de ordu komutanı bulunan Mer­sinli Cemal Paşa gönderildi81. Bu vaziyette M. Kemal'in de benim mıntıkama gelmesini bazı arkadaşlarımız ısrarla kendilerinden rica ettiler. Hâlâ İstanbul'da Harbiye Nazır­lığı ile uğraşmasını artık bütün muhiti ayıplıyordu. Gel dediği gibi şarka gelmek hususunda hâlâ ısrar ediyor idiy­se zamanın rical ve Padişahı benim ikazıma uymayan M. Kemal'i zorla göndermiş oldukları anlaşılıyor ki, kendileri için elîm bir vaziyettir.»


(..). M. Kemal Paşa, itilâf Devletleriyle başa çıkama­yacağımızdan millî mücadeleye taraftar değildi. Benim (tek dağ başı mezar oluncaya kadar ya İstiklal, ya ölüm) tek­lifime delilik diyordu.»


(...)


14. sayfada millî teşkilât ve mitinglerin kendi tamimi ile yapıldığını anlatmak istiyor. Halbuki, kendileri Samsun'a çıktıkları 19 Mayıs'da bu tamimi yapmaları icap ederdi. On gün sonra tamim etmesinin sebebi ne olabilir? (Ver­diğim talimat üzerine her yerde mitingler yapılmaya baş­landı» diyorlar. Halbuki, Erzurum'daki mitingi 18 Mayıs'ta yani M. Kemal Paşa daha Samsun'a çıkmadan önce yap­tırmıştım. Trabzon'a gelince burası M. Kemal'in tamimin­den sonra da yapmamıştır (..) asabî mizaçlı olan halkın miting neticesinde Rumlara saldırması tehlikesinden kor­kutmuştur:»

-------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

Ayrıca Karabekir Paşa, Nutuk'a düştüğü notlarda Atatürk'ün Kur­tuluş Savaşının başında «Amerikan mandası» ve «bolşeviklik ilânını» çözüm olarak düşündüğünü de yazmış!"

Aslında buraya kadar yazılanlar ilgilenen Kazım Karabekir'i araştıran herkes tarafından bilinen şeyler, bunlarla ilgili kitap vs yazıldı ve hatta yazılıyor. Karabekir Paşa zaten Nutuk'a adeta karşıt bir kitap bile yazmıştır. Asıl bilinmeyen ve konuşulmayan şey; bu kitaba da Mustafa Kemal'in okuması ve notlar yazmasıdır. İşte Mustafa Kemal'in yazdığı notlar;

-------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

Yıldırım Ordularının savaşta geri çekilmek zorunda kaldığı savına karşılık:

«Sayfa: 37'de 7. Ordu hakkındaki sözleri yalandır. Kat­ma sırtlarındaki muharebeyi yapan 7. Ordu'dur. 2. Ordu oradan Adana havalisine nakil olunmamıştır.»


«S: 38 (1 Eylül’de taarruz edecek düşman bulamayan İngilizler.»
Yalan! İngilizler 7. Ordu tarafından mağlûp edildikleri için durduruldular. Aksi takdirde niçin Adana'ya karşı yü­rümeyeceklerdir?


Bolşeviklik ile ilgili savlara verdiği yanıt:
«S: 54.. Bolşeviklik... çok alçakça uydurmak istedi­ği bir hikâye (bana yapıştırmak istiyor).


«S: 76.. (Bu da Anadolu'da selâhiyet sahibi gibi gö­rünen bir simanın bolşevikliğin ilânı ile mümkün olur...) herzesiyle de beni murat ediyor.»

Anadolu'ya geçiş ile ilgili savları:

«S: 46-49 (11 Nisan cuma günü) beni ziyareti. Baş­tan yalan, sonradan uydurma ve bir tiyatro parçası.


İzmir’in işgali üzerine düzenlenen mitingler ile ilgili savları:
«İzmir’in işgali (15 Mayıs 335) için mitingler ben emir verdikten sonradır. O zamana kadar hatta ondan sonra da Trabzon yaptırmadı.

-------------------------------------------------------------------------------------------------------------------


Prof. Koral: «Karabekir'in İddaları Dayanıksız»


Bu kitap yayınlandıktan ve incelendikten sonra ve Millî Eğitim Bakanlığındaki tartışma ve değerlen­dirme toplantılarından sonra Prof. Karal, General Kara­bekir ve Bakan Hasan Ali Yücel'e görüşlerini bildirir ve bir tutanak tutulur.


Tutanağı olduğu gibi yayınlayalım:


«Enver Ziya Karat'ın, General Kâzım Karabekir Paşa'ya cevapları General Kâzım Karabekir'in tenkitlerinin Özü.


General Kâzım Karabekir «Cumhuriyet Tarihi» tenkit­lerini, bitirdikten sonra sayın Bakan Enver Ziya Karal'a, tenkitler üzerindeki düşüncelerini söylemesi için izin ver­di. Enver Ziya Karal da tenkitlere şöyle cevap verdi :


Sayın Generalin tenkitlerini dört ana düşünce etra­fında toplamak mümkündür:

1 — Olayların psikolojik izahlarının hatalı oluşu.

2 — Olayların seyrinde iki tarihî simanın belirtilerek diğerlerinin silik gösterilmesi veya hiç gösteril­memiş olması.

3 — Olayların, gerçeğe hiç de uymıyan bir şekilde sistemli yapılmış bulunması, tarihî kritiğe hiç yer verilmemiş olması.

4 — Cumhuriyet tarihinin yazılmasında esas olan nutkun yanlışlar ile dolu olması ve esastan zi­yade teferruatı ihtiva etmesi.

Bu düşüncelerden birincisini ele alalım.

Sayın General psikolojik izahtan bahsederken en çok şunu belirttiler: «Mustafa Kemal genel harbin sonunda orduları yenilmiş mağlûp bir generaldir. Padişaha barış yapılması için telgraf çekmiştir. Halbuki Anadolu'nun do­ğusundaki ordular ve komutanlar yenilmemiştir. Bu iti­barla yenilmiş bir komutanda yok farzetmemiz gereken savaşmak istek ve heyecanı mağlûp olmıyan komutanda vardır.»

Sayın Generalin bu izahı gerçeğe uymaz. Çünkü mağ­lûp olan ordu, tek başına yaşayan mücerret bir onay de­ğildir. Bu ordu bir devletin ordusu. Böyle bir ordunun ba­şında ve içinde bulunmıyan ve dolayısiyle yenilmeden kendisini sorumlu saymıyan komutanlar da müteessir olur. Bu itibarla Anadolu'nun doğusunda bulunan ordu komu­tanlarının Mustafa Kemal'den daha az müteessir olmaları güç kabul edilir. Kaldı ki bir ordu komutanı yalnız başında bulunduğu ordunun mukadderatı ile ilgili değildir. Komutan mensup olduğu milletin bütün ordulariyle ya­kından alâkalı olmak gerektir. Komutanlık ödevleri bunu emreder. Madem ki bu böyledir. Mustafa Kemal'in yeni­len ordularının yarattığı yeni şartlar bütün ordu komu­tanlarına kabul edilir. Zaten bu şartların General Kâzım Karabekir tarafından kabul edildiği de aşikârdır. Çünkü Mondros Mütarekesi imzalanırken General, mütareke im­zalanmasın diye bir itirazda bulunmuş değildir,

Mustafa Kemal'in padişaha sulh yapılması için çek­tiği telgraftan bir yıl önce Enver Paşa'ya verdiği bir ra­porda harbin kaybedildiği ve sulh yapılması gereğini mü­dafaa ettiğini de biliyoruz. Paşa imkânların Birinci Cihan Savaşı'na devam edemeyeceğimizi gördüğü anda sulh ya­pılmasını teklif etmesi tabiidir. Fakat onun kafasında ve yüreğinde bu sulh memleketin işgalini ve milletin esare­tini tazammun etmez. Bu sebepledir ki Paşa, Mondros Mütarekesi'nin şartlarına itiraz etmiş ve millî mücadelenin başına geçmiştir. Eğer Mustafa Kemal'de savaşmak ar­zusu ve haksızlığa karşı isyan temayülü olmasaydı; bu yol­da yaptıklarını izah etmek mümkün değildir.

Bu düşüncelere dayanarak General Kâzım Karabekir'-in Cumhuriyet tarihinde psikolojik izah hatası diye ileri sürdüğü fikre iştirak edemiyoruz.

2 — Olayların seyrinde iki tarihî simanın belirtilmesi, diğerlerinin silik gösterilmesi veya hiç gösterilmemesi.

General Kâzım Karabekir, Cumhuriyet tarihinde olay­ların Atatürk ile İnönü etrafında toplandığına ve inkılâp tarihimizin seyrinde onlardan başka daha pek çok kim­senin emekleri olduğu halde bu cihetin işaret edilmediğine itiraz etmektedir.

Buna cevabımız şudur:

Yazılan tarih devlet tarihidir. Tarih olaylarının devlet bakanları etrafında toplanması bütün devlet tarihlerinde göze çarpan bir gerçektir. Bu aynı zamanda bir metod meselesidir. Klâsik bir ders kitabında bir olayın bütün kahramanlarını saymak imkânı yoktur. Bu imkânsızlık ders kitabının anonim olmasını gerektirir. Kaldı ki Türk inkılâ­bında Atatürk ile İnönü arasında mevcut ülkü ve işbirliği o kadar kuvvetli ve yapıcıdır ki bu hususta ısrar etmek ta­rih gerçeğini belirtmekten başka bir şey değildir.

3 — Olayların gerçeğe uymayacak şekilde sistemli yapılması ve tarih kritiğine yer verilmemiş olması.

General Kâzım Karabekir'in bu hususta yaptığı itiraza cevabımız şudur: ders kitabının yazılmasında özel bir me-tod vardır. Bu tarih kritiğine yer vermez. Tarih ders kita­bı olayları sistemleştirdiği takdirde ancak büyük bir devri kısaltarak alabilir. Zaten tarih ders kitabından maksat öğrencilere tarih hakikatlerini daha ziyade yapıcı cephe­leri ile ve sonuçlariyle öğretmektir. Bu itibarla, tarih ders kitabında olay hercümercini -kritiğe tâbi tutarak ve kısalt-mıyarak yazmak, maksat ve metodu feda etmekten başka bir netice doğuramaz. "


4 — Cumhuriyet tarihinin yazılmasına esas olarak alınan «Nutkun» hatalı ve yanlışlarla dolu ol­ması.

General Kâzım Karabekir'in bu hususta ileri sürdü­ğü düşünceleri kabul etmemekte mazuruz. Çünkü hata ve yanlış olarak gösterdiği şeylerin gerçekten öyle oldukla­rını tevsik edecek delilleri yoktur. Her ne kadar M. Ke­mal'in manda fikrine taraftar olduğunu nutkun bazı sa-tırlariyle isbat etmek istedilerse de, bu satırların gerçek mânâsı hiç bir tefsire tahammül edemiyecek kadar açık­tır ve bu mânâdan da Generalin çıkarmak istediği netice çıkmamaktadır.»